BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ VE TÜRKİYE
2003 yılında Irak Savaşı ile başlayan Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) Ortadoğu'da uygulanmaya devam ediyor.
Bu proje Arap Baharı adı altında Tunus, Mısır, Libya, Suriye vb. Ortadoğu ülkelerinde uygunlamaya devam etti.
Şimdi ise Mısır'da Mübarek'in gitmesiyle Mısır'a demokrasi geleceğini söyleyenler bugün seçimle işbaşına gelmiş olan Mursi ve Müslüman Kardeşleri gözden çıkarmış durumdalar.
BOP hız kesmeden uygulanmaya devam ediyor.
Bazı bilim adamları Türkiye'nin BOP kapsamına uzun yıllar alınmadığını ifade etmektedirler.Buna gerekçe olarak da Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girme çabalarını göstermektedirler.Ayrıca Türkiye'nin son dönemlerde Avrupa Birliği'ne karşı mesafeli tutumu ve daha çok yüzünü Doğuya çevirmesi gibi needenlerle son zamanlarda BOP kapsamına Türkiye'nin de dahil edildiğini iddia etmektedirler.
Bazı bilim adamları ise bu iddiaya katılmayıp BOP'un planlandığı ilk günden bu yana Türkiye'nin bu projenin kapsamı içersinde olduğunu öne sürmektedirler.
Bu iki iddia da olaylara farklı açıdan bakıyor olsalar bile sonuç olarak Türkiye'nin BOP kapsamında olduğu konusunda hemfirdirler.
Peki bu projenin görünürdeki amacı ve arka planda kalan gizli hedefleri nelerdir?
Görünürdeki amaç Ortadoğu ülkelerine Demokrasi getirmek olarak ifade edilmektedir.Bu oyunu aslında Irak Savaşı'da açıkca gördük.Ancak aradan geçen zaman gösterdi ki amaç Irak'a demokrasi götürmek değilmiş.Savaşın yapıldığı günden bu güne Irak'a ne demokrasi geldi ne de Irak'ta huzur sağlandı.
Büyük Ortadoğu Projesi'nin (BOP) gizli amacı ise; Ortadoğu ülkelerine demokrasi getireceğiz yalanıyla bu bölgede yer alan petrol ürünlerini kendi çıkarları doğrultusunda daha ucuza kullanmak.
Aslında bu da günümüzde Batı Dünyasının Ortadoğu'da hayata geçirmiş olduğu hedeflerinden birisi. Örnek olarak Irak'ı verebiliriz.
Peki proje kapsamında yer alan Türkiye petrol zengini bir ülke olmamasına rağmen(şu an öyle sanılan) neden projeye dahil edildi?
Ben bu konuda sebep olarak üç noktaya değinmek istiyorum:
1.Türkiye'nin dünyada Bor madeni yatakları bakımından birinci sırada yer alması(dünya üretimin %72'si)
2.Dünyada gelecekte savaşların başlamasının temel nedeni olarak görülen Su kaynaklarının varlığı
3.Bu projenin hayata geçirilebilmesi için Türkiye'nin jeopolitik ve jeostratejik konumundan faydalanılmak istenmesi
Bor madeni "21.yüzyılın Petrolü ve Sanayinin Tuzu" olarak nitelendirilip günümüzün en önemli doğal kaynağı olan petrol; gaz yağı, akaryakıt, makine yağı, fuel oil, jet yakıtı gibi alanlarda kullanılırken Bor, bütün bu alanlarda kullanılabildiği gibi, bilgisayar sistemlerinde ve askeriye sistemlerinde dahi kullanılabilmektedir. Bunun yanında sürtünmeye ve ısınmaya dayanaklı olduğu için uçaklarda ve uzay araçlarında da kullanılmaktadır.
Günümüzde uçak sanayi, uzay araçlarının yapımı ve bilgisayarın önemli bir yeri olduğu düşünüldüğünde bor madeninin gelecekte ne kadar önemli bir maden olduğu anlaşılmaktadır.
İkinci sebep olarak gördüğüm su ise küresel ısınmadan bahsedilen ve kuraklıkların yüzünü katı şekilde gösterdiği günümüzde gelecekte suyun ne kadar büyük bir ihtiyaç olacağı aşikardır.
Üçüncü neden olan Türkiye'nin konumu ise projenin hayata geçirilebilmesi için olmazsa olmazdır.Yine bunu da ABD'nin Irak işgalinde İncirlik üssünü kullanması Türkiye'nin konumunun önemini alenen ortaya koymaktadır.
Peki Türkiye böyle bir durumda ne yapmalıdır ve Türkiye bu durumdan nasıl etkilenecek?
Türkiye'nin bu durumda yapması gerekenler; demokrasisini geliştirmek, özgürlükleri geliştirmek,eğitim kalitesini artırmak, belki de en önemlisi ekonomik gücünü artırmak ve askeri gücüne çok büyük önem vermektir.
Eğer Türkiye bahsi geçen konularda ve ülke için önem arz eden diğer alanlarda reformlarını gerçekleştirirse projenin görünür nedeni olan demokrasi getirme yalanını saf dışı bırakmış olacaktır.Ayrıca ekonomik ve askeri gücü sayesinde projede piyon değil projeye yön veren bir devlet olacaktır.Bu sayede ülkemiz üzerinde oynamak istedikleri oyunlar var ise- ki var- bu oyunları ülkemiz üzerinde kolaylıkla oynayamayacaklardır.Dolaysıyla Türkiye projede önemli bir ülke konumuna gelecek Ortadoğu ülkeleriyle ekonomik, askeri, teknolojik vs. ilişkilerini geliştirecek ve dünya siyasetinde önemli bir aktör haline gelecektir.
Bu reformların gerçekleşebilmesi için ise dış ve iç siyasette ilkeli davranan yöneticilere ihtiyacımız vardır."Bizim Ortadoğu ile ne işimiz var" diyen siyasi anlayış günümüzde kısa vadede ortadoğu siyasetinden uzak durmanın yarar olduğunu düşünseler de gelecekte aslında Türkiye'yi felakete sürükleyeceklerdir.
Türkiye ve Türk milleti bu noktada olaylara bu pencereden bakmalı ve günümüzde kısmen de olsa ortadoğu siyeseti içinde yer almamız nedeniyle ortaya çıkan küçük ekonomik zararları ayyuka çıkarmayıp 100-200 yıllık geleceğe yönelik planlar yapmalıdır.
Türkiye; ilkeli, ileriyi gören yöneticiler yetiştirmeli ve bu yetişmiş olan elemanlara ülke yönetiminde söz hakkı tanımalıdır.
Aksi takdirde Türkiye ortadoğu bataklığında kaybolup gidecektir.
Millet olarak yapmamız gereken bu yaşananları iyi okuyup ülkemizin iç ve dış siyasetinde tek vücut olmayı başararak ortadoğu bataklığında kaybolan bir devlet değil ortadoğu bataklıgını kurutarak bu bölgede lider bir ülke olmaktır.

Durmuş ÇELİKTEN
Coğrafya Öğretmeni
Iğdır
Hemşehrimiz İshak Paşa Sarayı'nda
Sitemiz köşe yazarı, hemşehrimiz Durmuş ÇELİKTEN; Ağrı ili Doğubeyazıt ilçesinde yer alan İshak Paşa Sarayı ve Ahmedi Hani Hazretlerinin türbesine öğretmen arkadaşları Ayhan Taştan ve Ahmet Doğru ile birlikte günübirlik bir gezi düzenledi.
Ağrı İshakpaşa Sarayı
İshak Paşa Sarayı, saraydan öte bir külliyedir. İstanbul Topkapı Sarayı'ndan sonra son devirde yapılmış sarayların en ünlüsüdür.
Doğubeyazıt İlçesi'nin 5 km. doğusunda, bir dağın yamacındaki tepe üzerine kurulan Saray, Osmanlı İmparatorluğu'nun Lale Devrindeki son büyük anıt yapısıdır. 18. yy. Osmanlı mimarisinin en belirgin ve seçkin örneklerinden olduğu kadar, sanat tarihi yönünden de değeri büyüktür. Sarayın Harem Dairesi Takkapı kitabesine göre yapılış tarihi Hicri 1199, Miladî 1784'tür.
Saray binasının bulunduğu zemin vadi yakası olduğundan, kayalık ve sert bir yerdir. Eski Beyazıt şehrinin merkezinde olmasına rağmen, bu yapının üç tarafı (kuzey, batı, güney) dik ve meyillidir. Sadece doğu tarafında müsait bir düzlük vardır. Sarayın giriş kapısı buradadır. Aynı zamanda en dar cephesidir.
Saray, kalelerin özelliğini kaybettiği; ateşli silahların bulunduğu bir çağda yapıldığından, doğu yönündeki tepelere karşı müdafaası zayıftır. Cümle kapısı müdafaa bakımından en zayıf noktasıdır. Cümle kapısı bölümü, İstanbul ve Anadolu'da kurulan saraylarınkinden farksız olup, taş işçiliği ve oymacılığı yönünden muntazamdır.
Türklere özgü tarihi saray örnekleri bugün ülkemizde pek az sayıda kalmıştır. Bunlardan biri de İshak Paşa Sarayı ve Külliyesi'dir.Saray Osmanlı, Fars ve Selçuklu uygarlığının mimari üslubunu bünyesinde toplayan bir özellik taşır. Cildıroğullarından II. İshak Paşa ile Çolak Abdi Paşa'ca 1685'te yaptırılan saraya, 1784'te son şekil verilmiştir. Yapı yaklaşık olarak 115x50 m. ölçülerinde bir alana kurulmuştur. Kesme taştan yapılan sarayın doğu cephesindeki portali kabartma ve süslemeleriyle Selçuklu sanatının özelliklerini yansıtır.

(Durmuş ÇELİKTEN)
Hemşehrimiz ÇELİKTEN:"Günübirlik düzenlemiş olduğumuz gezimizde Osmanlı'nın eserlerini görmek beni açıkcası çok mutlu etti.Bu eserlerin büyüleyici mimari yapısı ecdadın büyüklüğünün aslında bir delili idi.Ecdat dağ taş demeden memleketin her bir köşesine eserler inşa etmiş.Hem de yıllarca yaşamak üzere...Bu manzara karşısında ecdada olan sevgim bir kat daha arttı.O'nun büyüklüğü, başarıları bir kez daha beni gururlandırdı.Doğu bölgemizde toprak talebinde bulunan Ermenilerin asılsız toprak taleplerine en büyük cevap sanırım Ecdadın yapmış olduğu bu eserler olsa gerek.Çünkü Türk Milletinin bu topraklar üzerinde yaşadığının, bu toprakların tek sahibinin Türkler olduğunun en büyük kanıtı bu asırlık eserler.Öğretmenler olarak memleketin güzelliklerini öğrencilerimize anlatmamız gerektiği, hatta imkanlar ölçüsünde bu mimari eserleri yerinde görmelerine imkan oluşturma gayreti içersinde olmamız gerektiği kanısındayım.Yeni nesil bu eserleri görmekle ecdadıyla gurur duyacak ve ecdadından aldığı bu ilhamla tarihe altın harflerle bir kez daha Türklerin adını kazıma idealine sahip olacaklardır." ifadelerini kullandı.


Ahmed-i Hani (Kürtçe: Ehmedê Xanî) (d. 1650/1651, Han Köyü, (Çukurca, Hakkari - ö. 1707, Doğubayazıt, Ağrı) 17. yüzyıldayaşamış Osmanlı Kürt edip, şair, tarihçi ve mutasavvıf. Yaşadığı yörede zaman zaman şeyh[1][2] olarak kabul edilmiş, halk arasında Hani Baba adıyla da anılmıştır. Ayrıca, molla(Molla Ahmed) olarak da tanınmaktadır. Hânî Aşiretinden olmasından ve Han köyünde doğması ötürü Ahmed Hânî (Ahmed-i Hânî) olarak tanınmaktadır. Doğu Bayazıt medreselerinde müderrislik ve İshak Paşa Sarayında kâtiplik yapmıştır. Dört dil (Arapça, Farsça,Kürtçe ve Türkçe) bilen Hani, eserlerini, dönemin tercih edilen edebiyat dili olan Farsça yerine Kürtçe yazmıştır.
En bilinen eseri, 17. yüzyılda Kürtçe'nin Kurmanci lehçesiyle yazdığı "Mem û Zîn"dir. Xanî, Mem û Zîn adlı eserinde, Emir Zeynettin'in güzellikleriyle dillere destan olan Zin ve Sti adlı iki kız kardeşinin Mem ve Tajdin ismindeki iki gençle olan aşklarını şiir şeklinde anlatır. Eser, aynı adla sinemaya da uyarlanmıştır.



















Genç Köşe Yazarımız Sinop'taki Sesimiz Oldu...
İlçemize bağlı Emirtolu Köyü Bostanderesi sakinlerinden, Iğdır Anadolu İmam Hatip Lisesi'nde Coğrafya Öğretmenliği yapan ve sitemiz köşe yazarı Durmuş ÇELİKTEN; Sinop genelinde haber yapmakta olanwww.vitrinhaber.com sitesinde köşe yazarlığına başladı.

Hemşehrimiz Sayın ÇELİKTEN'in yazılarını http://www.vitrinhaber.com/oysa-biz-osmanliydik-makale,232.html tıklayarak okuyabilirsiniz.

Genç yazarımızın ilçemizin sorunlarını tüm çıplaklığı ile köşesinde dile getireceğinden kuşkumuz yoktur.
Hemşehrimiz Durmuş ÇELİKTEN'e yeni görevinde başarılar dileriz.
Emirtolu Bolluk Aşı Fotoğrafları...
İlçemizin en büyük köylerinden biri olan Emirtolu Köyü Bolluk Aşı Bayramı yoğun bir katılımla gerçekleştirildi.
Durağan ilçemiz sakinleri yakın köy sakinleri yoğun ilgi gösterdi programa yoğun ilgi gösterdiler.İşte sizlerle programa ait fotoğrafları paylaşıyoruz.
Tüm vatandaşlarımızın niyetlerini yüce Mevla kabul etsin.























































Oysa Biz Osmanlı'ydık...
İstanbul'un fethinin 560. yılını sevinçle karşılıyor ve fethi gerçekleştiren Büyük komutan, devlet adamı Fatih Sultan Mehmet Han ve neferlerini minnetle yad ediyor, ruhlarının şad olmasını Yüce Mevla'dan niyaz ediyorum.
Yaşadığımız şu dönemde mensubu olmaktan gurur duyduğum Ecdadım Osmanlı'nın yokluğunu içte biz, dışta ise tüm dünya insanlığı iliklerine kadar hissediyor.
Onlar (Osmanlı) huzur, mutluluk, ilim, irfan, hoşgörü götürdüler gittikleri yerlere.
Oysa millet olarak biz Onların üstlenmiş olduğu bu büyük görevi hakkıyla yerine getiremedik.
Zaman zaman O Koca Çınar'ın devamı olmaktan utanç duyduk, zaman zaman eleştirdik.
Yıllarca sanki Osmanlı'nın torunuyum demek suçmuş gibi algıladık,algılatıldık ve bir nesil Osmanlı düşmanı olarak yetişti, yetiştirildi.
Onun tüm dünyada bıraktığı mirası koruyamadık.
Dünya Osmanlı'dan minnet duygularıyla bahsederken bizler bugün içinde bulunduğumuz Ulu Çınar'ın köklerinden yeniden şaha kalkan Türkiye Cumhuriyeti devleti olduğumuz unuturulmak istendik.
Devletimizin kuruluş yılını 1923 olarak kabul etmekle geçmişe sünger çektiğimizi tüm dünyaya haykırdık.
Oysa Biz Osmanlı'ydık.
Belki onun kadar büyük değildik(yüz ölçümü olarak) ama onun mirası üzerine kurulan bir devlettik.
Oysa dünya bizim mensubu olduğumuz Osmanlı'nın devamı olarak görüyordu.
Avrupa'da yapılan milli maçlarda "Osmanlı geldi" nidaları bu gerçeği bizlere haykırıyordu.
Belki geç oldu ama oldu nesil uyandı, ecdadına ve bıraktığı mirasına sahip çıktı.
Koca Çınar'ı yakından tanıma duygusu sardı herbirimizi.
Ve Koca Çınar hak ettiği yerini tüm torunlarının gönlünde aldı, alıyor ve almaya da devam edecek.

DURMUŞ ÇELİKTEN
COĞRAFYA ÖĞRETMENİ
IĞDIR
EMİRTOLU'DAN BOLLUK AŞI'NA DAVET VAR...
İlçemizin en büyük köylerinden biri olan Emirtolu Köyü sakinlerini tatlı bir telaş sardı.Çünkü onlar 26 Mayıs 2013 Pazar günü geleneksel olarak her yıl düzenlenen Bolluk Aşı Bayramı'na hazırlanıyorlar.
Programla ilgili Emirtolu Köyü Muhtarı Sayın Recep DİNÇ:"Geleneksel olarak düzenlediğimiz ve gurbette olan Durağanlıların ve ilçemiz sakinlerinin yoğun ilgi gösterdiği Bolluk Aşı Programı'nı 26 Mayıs 2013 Pazar günü (yarın) gerçekleştireceğiz.Tüm hemşehrilerimizi bu programa bekliyoruz" dedi.

Birlik ve beraberliğimizin sembolü haline gelen, kültürümüzün yaşatılması, gelecek nesillere aktarılmasında aktif rol alan böyle güzel programın hazırlanmasında öncülük eden değerli muhtarımıza ve yoğun gayret sarfeden köy sakinlerimize www.duragan.com.tr ailesi olarak sonsuz teşekkürlerimizi iletiyor; bolluk içinde geçen bir yıl, yapılan duaların kabul olduğu bir ömür temenni ediyoruz...
SOFRADA BAŞLAYAN MÜCADELE...
Köyde çocuk olmak bir başka hayat deneyimi kazandırır insana.
Daha küçük yaşta yemek sofrasında 8-10 çocuk içersinde karnını doyurmaya çalışmakla başlar mücadele.
Kaşıklar yarışır sofrada adeta.Kaşık seslerinden başka ses yoktur ortamda.
Ve bir o kadar da ağırdır köyde çocuk olmak.Hafta sonları hayvanlar peşinden koşar o minik yürekler.
Odun kırmakla nasır tutar çocuksu eller.
Daha küçük yaşta kırışıklıklar belirir sakalsız yüzünde.
Naylon ayakkabı içersinde buz tutar küçük ayaklar.
Bacağında yırtık bir pantolon, yırtılmış çoraplardan dışarı çıkan ayak parmakları, çamur içinde kalmış eller...
Ve küçük yaşta evlendirilmiş çocuklar...Küçük bedenleriyle aileleri tarafından büyük yüklerin altına itilen sayısız köy çocukları...Çocuk yaşta çocuğu olan anne ve babalar...Çocuğu ile birlikte büyüyün kücük büyükler onlar...İşte daha sayısız güçlüklerle karşı karşıya kalır köy çocukları.
Hayat, her türlü kötü cilvesini daha küçük yaşta gösterir onlara.Oysa onlar tıpkı diğer çocuklar gibi okul sıralarında olmalıydı.Minik elleri odun tutmamalı; kalem defter, kitap tutmalıydı.Okul bahçesinde çocuk olmanın gereği olan oyunlar oynamalıydı.
Oysa tüm bu zorluklara rağmen dağ gibi yürek, ÇELİKTEN kaplanmış bir beden, olumsuzluklar karşısında yılmayan bir azim vardır o minicik yüreklerde.
Yaşanılanlar umutsuzluk değil mücadele tohumları eker bu minik bedenlere.
Dedim ya taa sofrada başlar mücadele ve sonunda mücadeleci bir ruh ortaya çıkar.

DURMUŞ ÇELİKTEN
COĞRAFYA ÖĞRETMENİ
IĞDIR
DURAĞAN İÇİMDE KANAYAN BİR YARADIR.
Bazı şehirler vardır sahibine mutluluk ve heyecan verir. Adı anıldığında büyük bir gururla” işte, benim memleketim, ben de oradanım” diyebilmek için koşar adım öne atılmak istersiniz. İstanbul, Londra, Paris, New York böyledir. Türk edebiyatının önemli simalarından olan büyük şair Yahya Kemal Beyatlı, Üsküdar için şu dizelerini dile getirir:
“Üsküdar, bir ulu rüyayı görenler şehri!
Seni gıpta ile hatırlar vatanın her şehri.”
Yine aynı şekilde ünlü Fransız düşünürü Montaigne de Paris için şunları yazar:
“Beni Fransız yapan yalnızca bu büyük şehirdir; halkıyla büyük, dünyadaki yeriyle büyük, hele türlü türlü rahatlıklarıyla büyük ve eşsiz olan, Fransa’nın onuru ve dünyanın en soylu mücevherlerinden biridir.”
Bazı şehirler de vardır ki, oranın bir ferdi olmaktan gurur duyarsınız; fakat buruk bir sevinçtir sizinkisi. Biri gelip de” arkadaş, sen memleketinle övünüp duruyorsun da neyiniz var hele bir anlatıver.” dese kaç tane özelliğinizi sayabilirsiniz? Her yıl göçe kurban ettiğiniz onca insanınızı mı, yoksa kahvehane köşelerinde vakit öldüren insanınızı mı? Benim Durağan’ım işte böyle bir şehir görünümü arz ediyor. Gurbette bulunduğum zamanlarda da, memlekette bulunduğum zamanlarda da hep içimde kanayan bir yara oldu Durağan. Bu yazımı altı özellik adı altında açıklamak istiyorum:
“Yokluğun adıdır Durağan.” Bir kadın vardı bizim köyde, iki de okuyan evladı. Kocası da İstanbul’da çay-şeker parasını kazanmaktan öteye geçemezdi. Bu zavallı kadının elinde avucunda tek metelik yoktu. Çocukların tatile her gelişinde kara kara düşünür, uykuları bölünürdü. Ne yapmalıydı ki çocuklarına harçlık bulabilsindi. Kimseye bir şey söylemeden kapı kapı dolaşır, borç isterdi. Ne hikmetse 50-100 lira ne bir salak(sayıca çok olmayı ifade eder) koyunu olanda ne de İstanbul’da üç- beş katlı apartmanı olan da bulunurdu. Ancak altmış beş yaş aylığı alan yaşlı bir ihtiyarda bulunabilirdi bu para. Her defasında aynı şey yaşanırdı; borç verilmezdi ona verdiğimizi alamayız belki, diye. Halbuki hiç duyulmamıştı onun borcunun altında kaldığı. Hem batsa ne olurdu elli lira, yüz lira. Olmazdı, olmazdı; çünkü onlar üç-beş kuruşun adamıydı! Diyorum ya kardeşlerim, Durağan, içimde kanayan bir yaradır.
“Bir telefon ötede; ama kilometrelerce uzakta olan bir ailenin özlemidir Durağan.” Hayatımın yarısından fazlası gurbette geçti ve geçmeye de devam ediyor. İlkokul beşinci sınıfa kadar bile gurbette yaşadım desem çoğunuz “Öyle bir şey olur mu?” diyeceksiniz belki de. Ama bu ne yazık ki doğru. Neyse bu uzun bir hikaye, ben asıl konumuza döneyim. Bayramlarda memleketine giden herkes, gelişiyle sevince boğduğu ailesini gidişiyle de nasıl bir duruma soktuğunu gözlemlemiştir. Gözlerinizi gözlerinizden kaçıran, duygu sazının tellerine dokunmaktan olabildiğince kaçınan; ancak arabaya binip arkanıza baktığınızda köşe başlarının tutulmuş, duygu sazını tellerine dokunulmuş olduğunu görürsünüz. Bir telefon ötede her gün arayıp sormanıza rağmen bir şeyler eksik kalır hep. Sevdiğin insana dokunamazsın mesela, sıcaklığını veremezsin, içinizde fokur fokur kaynayan özleminizi, bir semaver etrafında halka kurmuş ailenizle buluşturamazsınız.
“Kapısına kilit vurmuş bir ailenin arkasında bıraktığı bir-iki eldir Durağan.” Durağan, maalesef göçe kurban ettiğimiz insanların hatıralarıyla dolu. Her gün evinin penceresinde görmeye alışık olduğum Dursun Amca’nın evinin penceresine koca bir perde çekilmiş ve sabah bakarım açılmaz; gece, ışığı yanmaz, evinin önündeki tavuklar erken tünemiş, horozu ötmez. Ve yirmi hanelik köyde bir avuç el kalmış, onların da gitmesi sanırım uzun sürmez. Belki de onların arkasından el sallayacak el bile kalmayacak. Birkaç kedi ile köpek ağıt yakacak arkalarından; hiç açılmayacak kapılara bakacaklar, ümitleri kalmayınca da onlar da sahipleri gibi terk edecekler memleketlerini .
“Kahvehane köşelerinde ömür tüketenlerin adıdır Durağan.” Buraya kadar olan bölümlerde genel olarak Durağan’ın köylerini anlattım. Bu bölümde ise Durağan /Merkez’den bahsetmek istiyorum. Eğer bir şehirde sabahtan akşama kadar kahvehanede oturan insan sayısı ne kadar fazla ise ve mantar gibi her köşe başında kahvehane açılıyorsa o şehrin geleceğinden şüpheye düşmek gerekir. Ne acıdır ki Durağan böyle bir şehir haline geldi. Önceleri bir kişiyi aradığınızda size ya evini gösterirlerdi ya da iş yerini. Hâlbuki durum bugün hiç de öyle değildir. Aradığınız kişiyi bulmak için size, en çok vakit geçirdiği kahvehaneyi gösteriyorlar. Düşünsenize nerden nereye gelmişiz. Kaymakamlık kapısına iki büklüm olmuş bir vaziyette giren ve gerçekten muhtaç olan, elinden bir şey gelmeyen vatandaşlar giderken; bugün bir paket makarna, çay, şeker için memurlarla kavga eden bir duruma geldik. Daha neler neler, say say bitmez. Üretici bir toplum; hazır yiyen bir toplum haline geldi. Yanı başımızdaki Boyabat her alanda sıçrama yaparken; biz inadına aksini yapıyoruz.
“Uzaklardan, çırpınışına tanık olduğum şehirdir Durağan.” Değerli kardeşlerim, Durağan’ın köylerini de Durağan merkezi de yakinen tanıyan ve takip eden bir Durağanlıyım. İstanbul gibi büyük bir şehirde birçok gelişme ve değişmeye tanık oluyorum. Bir buradaki insanların mücadelesine, azmine bakıyorum, bir de dönüp Durağan’a bakıyorum. O zaman çıldırmamak için kendimi zor tutuyorum. Yerinde sürekli sayan hatta gerilere doğru yol almış bir Durağan var karşımda. Tevfik Fikret eğer bugün yaşamış olsaydı “Gayya-yı Vücud” şiirini Durağan’a ithaf ederdi!
“Her şeyi bütün çıplaklığıyla görüp de hiçbir şey yapamamanın adıdır Durağan.” Aslında Durağan’ın bütün hastalıkları belli, ayrıca bir teşhis için uzun soluklu bir çalışmaya gerek yok. Burada bunları tek tek yazmayacağım; amacım sadece bu konuya dikkatinizi çekmek. Peki hastalığı teşhis edilmiş bir hastaya tıbbi müdahalede bulunulamaz mı? Eğer bu alanda tedavisi mümkünse niye olmasın. Durağan’ın hastalığı da tedavisi de mümkün; yeter ki biz bu konu da üzerimize düşeni yapalım. Ne zaman ki yöneticiler görevini, yönetilenler işini yaparsa; çalışma çağında olanlar kahvehaneye değil de çalışmaya giderse; öğrenciler okula, kütüphaneye; sermaye sahipleri-ilçede ve diğer şehirlerdeki- yatırım yaptığında inanın Durağan, üstündeki bütün sis bulutlarını dağıtacak ve ihtişamlı halini alacaktır. Ancak, adı üstünde “Durağan” ; “dur, demişler, o da durmuş; Allah’ın terk ettiği yeri ben ihya edemem.”dersek ve Allah’ın bize verdiği cüz-i iradeyi bu iş için kullanmazsak Durağan adı sadece anılarımızda küçük bir anı olarak kalır. Durağan’ı içimizdeki bir yara olmaktan çıkarmak istiyorsak her Durağanlı üzerine düşeni yapmalı.
Bazen görmek istediklerimizle gerçekte gördüklerimiz arasında bir tezatlık vardır. Önemli olan bu tezatlığı makul ölçüde birleştirmek ve aradaki uçurumu kapamak için mücadelede bulunmaktır. Yukarıda verdiğim örnek ve açıklamalardan da anlaşılacağı üzere “Gurbette Durağanlı Olmak” kolay bir durum değil. Yazdıklarımın pek iç açıcı olmadığının farkındayım. Herkesin hoşuna gidecek, gönül rahatlığı ile okuyacağı bir yazı değil maalesef. Fakat gerçekleri de görmezden gelemezdim. İçimdeki Durağan’ı; acısıyla, tatlısıyla anlatmak istedim. Durağanlı olmak bir gurur ve övünç kaynağı ise; Durağan’ın acılarını, hastalıklarını görmek ve bu konuda kafa yormak da aynı ölçüde önemli ve bir o kadar da elzemdir. Korkulması gereken hiçbir şey yapamamak, böyle bir teşebbüste bulunabilecek güç ve kudreti kendinde bulamamaktır. Yoksa bugün makûs talihine boyun eğmiş olmak geleceğin de öyle olacağı anlamına gelmez. Tanzimat devri karanlığına meydan okumuş, devrinin ümitsizlik ortamına meşale yakarak ışık olmuş büyük şair Namık Kemal’in şu beyti sanırım bendeki Durağan’ı çok daha iyi tasvir ediyor:
“Hakir olduysa millet şanına noksan gelir sanma,
Yere düşmekle cevher sakıt olmaz kadr ü kıymetten.”
Devrine ve geleceğe ışık tutmuş şairin Durağan’ımıza da meşale tutması temennisiyle yazımı noktalıyorum.

FAHRİ ÇELİKTEN
MARMARA ÜNİVERSİTESİ-ATATÜRK EĞİTİM FAKÜLTESİ
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ÖĞRETMENLİĞİ-İST/KADIKÖY
ÖDÜLLÜ MAKALE YARIŞMASI BİRİNCİSİ BELLİ OLDU...
DUYDER ,GÖKIRMAK ETÜT EĞİTİM MERKEZİ ve www.duragan.com.tr , www.duragan.com siteleri işbirliği ile “Gurbette Durağanlı Olmak” Konulu makale yarışması 11 Nisan 2013 -17 Mayıs 2013 tarihleri arasında yapıldı ve jüri üyelerinin incelemeleri doğrultusunda yarışma birincisi belli oldu.
Emirtolu Köyü Bostanderesi Mahallesi sakinlerinden Fahri ÇELİKTEN'in "Durağan İçimde Kanayan Bir Yaradır." başlıklı yazısı birinci olmuştur.

Peki Fahri ÇELİKTEN kimdir?
Emirtolu Köyü Bostanderesi Mahallesi'nden bir hemşehrimizdir.İstanbul Marmara ÜniversitesiTürk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği üçüncü sınıf öğrencisi ve aynı zaman da sitemiz köşe yazarıdır.
Yarışma birincisi ÇELİKTEN'e ödülü olan tablet bilgisayar kendisine verilecektir.
Fahri ÇELİKTEN'i tebrik eder başarılarının artarak devam etmesini temenni ederiz.
BOSTANDERESİ BOLLUK AŞI FOTOĞRAFLARI...
28 Nisan 2013 Pazar günü yapılmış olan Bostanderesi Mahallesi Bolluk Aşı etkinliğine ait fotoğrafları siz ziyaretçilerimizle paylaşıyoruz.




























Programın hazırlanmasında emeği geçen mahalle sakinlerine ve uzaktan yakından bu programa katılan değerli misafirlerimize teşekkür eder, böyle güzel geleneklerin devam ettirilmesini temenni ederiz.
Yeni Köşe Yazarlarımız Sizlerle Birlikte Olacak...
Sitemiz kurucusu Durmuş ÇELİKTEN'in yoğun gayretleri sonucu sitemize yeni köşe yazarları katılmıştır.Bunlar:

Adem GİYİCİ Ahmet KARABIYIK Fahri ÇELİKTEN İnal KARAKOÇ
Bizler de www.bostanderesimahalles57.tr.gg ailesi olarak yeni köşe yazarlarımıza aramıza hoş geldiniz diyoruz.
“Gurbette Durağanlı Olmak”