BOSTANDERESİ MAHALLESİ
  KÖŞE YAZILARI
 

SOFRADA BAŞLAYAN MÜCADELE...

Köyde çocuk olmak bir başka hayat deneyimi kazandırır insana.

Daha küçük yaşta yemek sofrasında 8-10 çocuk içersinde karnını doyurmaya çalışmakla başlar mücadele.

Kaşıklar yarışır sofrada adeta.Kaşık seslerinden başka ses yoktur ortamda.

Ve bir o kadar da ağırdır köyde çocuk olmak.Hafta sonları hayvanlar peşinden koşar o minik yürekler.

Odun kırmakla nasır tutar çocuksu eller.

Daha küçük yaşta kırışıklıklar belirir sakalsız yüzünde.

Naylon ayakkabı içersinde buz tutar küçük ayaklar.

Bacağında yırtık bir pantolon, yırtılmış çoraplardan dışarı çıkan ayak parmakları, çamur içinde kalmış eller...

Ve küçük yaşta evlendirilmiş çocuklar...Küçük bedenleriyle aileleri tarafından büyük yüklerin altına itilen sayısız köy çocukları...Çocuk yaşta çocuğu olan anne ve babalar...Çocuğu ile birlikte büyüyün kücük büyükler onlar...İşte daha sayısız güçlüklerle karşı karşıya kalır köy çocukları.

Hayat, her türlü kötü cilvesini daha küçük yaşta gösterir onlara.Oysa onlar tıpkı diğer çocuklar gibi okul sıralarında olmalıydı.Minik elleri odun tutmamalı; kalem defter, kitap tutmalıydı.Okul bahçesinde çocuk olmanın gereği olan oyunlar oynamalıydı.

Oysa tüm bu zorluklara rağmen dağ gibi yürek, ÇELİKTEN kaplanmış bir beden, olumsuzluklar karşısında yılmayan bir azim vardır o minicik yüreklerde.

Yaşanılanlar umutsuzluk değil mücadele tohumları eker bu minik bedenlere.

Dedim ya taa sofrada başlar mücadele ve sonunda mücadeleci bir ruh ortaya çıkar.

 

DURMUŞ ÇELİKTEN

COĞRAFYA ÖĞRETMENİ

IĞDIR



DURAĞAN İÇİMDE KANAYAN BİR YARADIR.

Bazı şehirler vardır sahibine mutluluk ve heyecan verir. Adı anıldığında büyük bir gururla” işte, benim memleketim, ben de oradanım” diyebilmek için koşar adım öne atılmak istersiniz. İstanbul, Londra, Paris, New York böyledir. Türk edebiyatının önemli simalarından olan büyük şair Yahya Kemal Beyatlı, Üsküdar için şu dizelerini dile getirir:
“Üsküdar, bir ulu rüyayı görenler şehri!
Seni gıpta ile hatırlar vatanın her şehri.”
Yine aynı şekilde ünlü Fransız düşünürü Montaigne de Paris için şunları yazar:
“Beni Fransız yapan yalnızca bu büyük şehirdir; halkıyla büyük, dünyadaki yeriyle büyük, hele türlü türlü rahatlıklarıyla büyük ve eşsiz olan, Fransa’nın onuru ve dünyanın en soylu mücevherlerinden biridir.”
Bazı şehirler de vardır ki, oranın bir ferdi olmaktan gurur duyarsınız; fakat buruk bir sevinçtir sizinkisi. Biri gelip de” arkadaş, sen memleketinle övünüp duruyorsun da neyiniz var hele bir anlatıver.” dese kaç tane özelliğinizi sayabilirsiniz? Her yıl göçe kurban ettiğiniz onca insanınızı mı, yoksa kahvehane köşelerinde vakit öldüren insanınızı mı? Benim Durağan’ım işte böyle bir şehir görünümü arz ediyor. Gurbette bulunduğum zamanlarda da, memlekette bulunduğum zamanlarda da hep içimde kanayan bir yara oldu Durağan. Bu yazımı altı özellik adı altında açıklamak istiyorum:
“Yokluğun adıdır Durağan.” Bir kadın vardı bizim köyde, iki de okuyan evladı. Kocası da İstanbul’da çay-şeker parasını kazanmaktan öteye geçemezdi. Bu zavallı kadının elinde avucunda tek metelik yoktu. Çocukların tatile her gelişinde kara kara düşünür, uykuları bölünürdü. Ne yapmalıydı ki çocuklarına harçlık bulabilsindi. Kimseye bir şey söylemeden kapı kapı dolaşır, borç isterdi. Ne hikmetse 50-100 lira ne bir salak(sayıca çok olmayı ifade eder) koyunu olanda ne de İstanbul’da üç- beş katlı apartmanı olan da bulunurdu. Ancak altmış beş yaş aylığı alan yaşlı bir ihtiyarda bulunabilirdi bu para. Her defasında aynı şey yaşanırdı; borç verilmezdi ona verdiğimizi alamayız belki, diye. Halbuki hiç duyulmamıştı onun borcunun altında kaldığı. Hem batsa ne olurdu elli lira, yüz lira. Olmazdı, olmazdı; çünkü onlar üç-beş kuruşun adamıydı! Diyorum ya kardeşlerim, Durağan, içimde kanayan bir yaradır.

“Bir telefon ötede; ama kilometrelerce uzakta olan bir ailenin özlemidir Durağan.” Hayatımın yarısından fazlası gurbette geçti ve geçmeye de devam ediyor. İlkokul beşinci sınıfa kadar bile gurbette yaşadım desem çoğunuz “Öyle bir şey olur mu?” diyeceksiniz belki de. Ama bu ne yazık ki doğru. Neyse bu uzun bir hikaye, ben asıl konumuza döneyim. Bayramlarda memleketine giden herkes, gelişiyle sevince boğduğu ailesini gidişiyle de nasıl bir duruma soktuğunu gözlemlemiştir. Gözlerinizi gözlerinizden kaçıran, duygu sazının tellerine dokunmaktan olabildiğince kaçınan; ancak arabaya binip arkanıza baktığınızda köşe başlarının tutulmuş, duygu sazını tellerine dokunulmuş olduğunu görürsünüz. Bir telefon ötede her gün arayıp sormanıza rağmen bir şeyler eksik kalır hep. Sevdiğin insana dokunamazsın mesela, sıcaklığını veremezsin, içinizde fokur fokur kaynayan özleminizi, bir semaver etrafında halka kurmuş ailenizle buluşturamazsınız.
“Kapısına kilit vurmuş bir ailenin arkasında bıraktığı bir-iki eldir Durağan.” Durağan, maalesef göçe kurban ettiğimiz insanların hatıralarıyla dolu. Her gün evinin penceresinde görmeye alışık olduğum Dursun Amca’nın evinin penceresine koca bir perde çekilmiş ve sabah bakarım açılmaz; gece, ışığı yanmaz, evinin önündeki tavuklar erken tünemiş, horozu ötmez. Ve yirmi hanelik köyde bir avuç el kalmış, onların da gitmesi sanırım uzun sürmez. Belki de onların arkasından el sallayacak el bile kalmayacak. Birkaç kedi ile köpek ağıt yakacak arkalarından; hiç açılmayacak kapılara bakacaklar, ümitleri kalmayınca da onlar da sahipleri gibi terk edecekler memleketlerini .
“Kahvehane köşelerinde ömür tüketenlerin adıdır Durağan.” Buraya kadar olan bölümlerde genel olarak Durağan’ın köylerini anlattım. Bu bölümde ise Durağan /Merkez’den bahsetmek istiyorum. Eğer bir şehirde sabahtan akşama kadar kahvehanede oturan insan sayısı ne kadar fazla ise ve mantar gibi her köşe başında kahvehane açılıyorsa o şehrin geleceğinden şüpheye düşmek gerekir. Ne acıdır ki Durağan böyle bir şehir haline geldi. Önceleri bir kişiyi aradığınızda size ya evini gösterirlerdi ya da iş yerini. Hâlbuki durum bugün hiç de öyle değildir. Aradığınız kişiyi bulmak için size, en çok vakit geçirdiği kahvehaneyi gösteriyorlar. Düşünsenize nerden nereye gelmişiz. Kaymakamlık kapısına iki büklüm olmuş bir vaziyette giren ve gerçekten muhtaç olan, elinden bir şey gelmeyen vatandaşlar giderken; bugün bir paket makarna, çay, şeker için memurlarla kavga eden bir duruma geldik. Daha neler neler, say say bitmez. Üretici bir toplum; hazır yiyen bir toplum haline geldi. Yanı başımızdaki Boyabat her alanda sıçrama yaparken; biz inadına aksini yapıyoruz.
“Uzaklardan, çırpınışına tanık olduğum şehirdir Durağan.” Değerli kardeşlerim, Durağan’ın köylerini de Durağan merkezi de yakinen tanıyan ve takip eden bir Durağanlıyım. İstanbul gibi büyük bir şehirde birçok gelişme ve değişmeye tanık oluyorum. Bir buradaki insanların mücadelesine, azmine bakıyorum, bir de dönüp Durağan’a bakıyorum. O zaman çıldırmamak için kendimi zor tutuyorum. Yerinde sürekli sayan hatta gerilere doğru yol almış bir Durağan var karşımda. Tevfik Fikret eğer bugün yaşamış olsaydı “Gayya-yı Vücud” şiirini Durağan’a ithaf ederdi!
“Her şeyi bütün çıplaklığıyla görüp de hiçbir şey yapamamanın adıdır Durağan.” Aslında Durağan’ın bütün hastalıkları belli, ayrıca bir teşhis için uzun soluklu bir çalışmaya gerek yok. Burada bunları tek tek yazmayacağım; amacım sadece bu konuya dikkatinizi çekmek. Peki hastalığı teşhis edilmiş bir hastaya tıbbi müdahalede bulunulamaz mı? Eğer bu alanda tedavisi mümkünse niye olmasın. Durağan’ın hastalığı da tedavisi de mümkün; yeter ki biz bu konu da üzerimize düşeni yapalım. Ne zaman ki yöneticiler görevini, yönetilenler işini yaparsa; çalışma çağında olanlar kahvehaneye değil de çalışmaya giderse; öğrenciler okula, kütüphaneye; sermaye sahipleri-ilçede ve diğer şehirlerdeki- yatırım yaptığında inanın Durağan, üstündeki bütün sis bulutlarını dağıtacak ve ihtişamlı halini alacaktır. Ancak, adı üstünde “Durağan” ; “dur, demişler, o da durmuş; Allah’ın terk ettiği yeri ben ihya edemem.”dersek ve Allah’ın bize verdiği cüz-i iradeyi bu iş için kullanmazsak Durağan adı sadece anılarımızda küçük bir anı olarak kalır. Durağan’ı içimizdeki bir yara olmaktan çıkarmak istiyorsak her Durağanlı üzerine düşeni yapmalı.
Bazen görmek istediklerimizle gerçekte gördüklerimiz arasında bir tezatlık vardır. Önemli olan bu tezatlığı makul ölçüde birleştirmek ve aradaki uçurumu kapamak için mücadelede bulunmaktır. Yukarıda verdiğim örnek ve açıklamalardan da anlaşılacağı üzere “Gurbette Durağanlı Olmak” kolay bir durum değil. Yazdıklarımın pek iç açıcı olmadığının farkındayım. Herkesin hoşuna gidecek, gönül rahatlığı ile okuyacağı bir yazı değil maalesef. Fakat gerçekleri de görmezden gelemezdim. İçimdeki Durağan’ı; acısıyla, tatlısıyla anlatmak istedim. Durağanlı olmak bir gurur ve övünç kaynağı ise; Durağan’ın acılarını, hastalıklarını görmek ve bu konuda kafa yormak da aynı ölçüde önemli ve bir o kadar da elzemdir. Korkulması gereken hiçbir şey yapamamak, böyle bir teşebbüste bulunabilecek güç ve kudreti kendinde bulamamaktır. Yoksa bugün makûs talihine boyun eğmiş olmak geleceğin de öyle olacağı anlamına gelmez. Tanzimat devri karanlığına meydan okumuş, devrinin ümitsizlik ortamına meşale yakarak ışık olmuş büyük şair Namık Kemal’in şu beyti sanırım bendeki Durağan’ı çok daha iyi tasvir ediyor:
“Hakir olduysa millet şanına noksan gelir sanma,
Yere düşmekle cevher sakıt olmaz kadr ü kıymetten.”
Devrine ve geleceğe ışık tutmuş şairin Durağan’ımıza da meşale tutması temennisiyle yazımı noktalıyorum.



Fahri Çelikten

FAHRİ ÇELİKTEN
MARMARA ÜNİVERSİTESİ-ATATÜRK EĞİTİM FAKÜLTESİ
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ÖĞRETMENLİĞİ-İST/KADIKÖY



AH NANKÖR NEFSİM!!!

Hey gidi günler diyebileceğin günlerin var mı?
 
Arkana dönüp baktığında iyi ki yapmışım,bir kez daha olsa yine yaparım,hatta daha fazlasını yaparım dediğin günler...
 
Bütün varlığınla bu işte varım dediğin günler,akşamı olmasın atımın dizginlerini bırakmadan koşturayım dediğin günlerin var mı?
 
Başkasının çocuğu öleceğine benim çocuğum ölse yeğdir dediğin mürebbilik günlerin var mı?
 
Karşındaki insan sana küfürler sayarken karşısında sessizce durup tebessüm ettiğin,bilmiyor bilseydi bunu yapmazdı dediğin günlerin var mı?
 
ODTÜ gibi BOĞAZİÇİ gibi,MARMARA gibi üniversitelerden mezun olup kulun unuttuğu,haşa!Allahın unuttuğu memleketlerde çok cüz'i miktarlarda maaşla çalıştığın ya da çalışmayı düşündüğün günlerin var mı?
 
Yoksa bana ne bunlardan deyip yan gelip yattığın günlerin mi var?
 
Ah ki ah nankör nefsim!
 
Ne seni susturabildim ne doyurabildim ne de dünyaya hükmetme arzusundan seni alıkoyabildim!
 
Ama elini taşın altına koyduğun günleri de hiç görmedim?
 
Hep istedin ne id'im oldun doydun ne süperego'm oldun sustun ne de ego'm oldun orta yol buldun.
 
Ah nefsim,ah hain ve nankör nefsim!
 
Keşke oldun beynimi kemirdin de hey gidi günler hey deyip gönlümü coşturmadın.
 
Kabusum oldun gecelerimde de huzurlu bir gündüzüm olmadın!
 
Ne sana hükmedebildim ne de senden vazgeçebildim.
 
Ah nefsim,benim nefsim ah ki ah!!!
 
 
FAHRİ ÇELİKTEN
MARMARA ÜNİVERSİTESİ
EDEBİYAT ÖĞRETMENLİĞİ 

EMİRTOLULULAR NE YAPMALIYDI?

 


Değerli hemşehrilerim bu yazımda yerel medyada tartışılan Emirtolu Köyü Kur'an Kursu ve yine Emirtolu mahallelerinin mescit sorunu konularına değinmek istiyorum.
 
Tüm tartışmaları şu iki soruyla ifade edebiliriz:
1- Emirtolu Köyü'ne kurs yapılmalı mı ?
,
2- Mahallelerin mescit taleplerine nasıl bir çözüm üretilebilir?
 
Öncelikle birinci soruya cevap verelim.Evet insanlarımızın dinini doğru mekanlarda öğrenmeleri en doğal hakkıdır.Bu nedenle kurs yapılması gayet doğaldır.Ancak kurs yapılmadan önce yeteri kadar araştırma yapıldı mı?
 
Emirtolu'nun en temel ihtiyacı şu an kurs mudur? Yoksa kurstan evvel bir an önce çözülmesi gereken sorunları var mıdır? İşte araştırmalar sonucu bu soruların cevapları tespit edilmelidir.
Şunu da ifade etmek gerekir ki kurs için yapılan eleştiriler dikkate alındığında yapılmasının gereksiz olduğu düşüncesine ulaşılamamaktadır.
 
Ancak tüm eleştiriler şu an köyün en temel ihtiyacı bu mudur?sorusu üzerinde yoğunlaşmaktadır.
 
Eğer geniş bir pencereden bakmak gerekirse evet Emirtolu'nun en temel ihtiyacı kurs değildir sonucuna varılabilir.
 
Belki haklılık payı da vardır.Çünkü araştırdığınız da köyümüzün ulaşım, eğitim, işsizlik vb. sorunlarının varlığı sonucuna ulaşılacaktır.Burada yapılması gereken en temel şey sanırım ihtiyaçları bir öncelik sırasına koymak olacaktır.
 
Eğer siz toplumun temel ihtiyaçlarını karşılamazsanız diğer ihtiyaçlar insanların tepkilerine yol açacaktır.
 
Ünlü bilim adamı Abraham MASLOW "İhtiyaçlar Hiyerarşisi" adı altında bir model geliştirmiş ve insanların ihtiyaçlarını bir sıraya koymuştur ve bu durumu şu şekilde ifade etmiştr:"Toplumun temel ihtiyaçları karşılanmadıkça bir üst ihtiyaç toplum için bir  değer ifade etmeyecektir.Tıpkı karnı aç olan birisi için tatlının,eğlencenin bir değer ifade etmediği gibi."
 
Aslın da Maslow'un bu örneklerine ilave bir sürü örnek vermek mümkündür.İşte değerli hemşehrilerim aslında Maslow'un yaptığı gibi biz de toplumun ihtiyaçlarını bir öncelik sırasına koyduğumuz da yapılanların toplumun ihtiyaçlarına cevap verdiği görülecektir.Bir Emirtolulu kardeşiniz olarak bizlerin de yapması gereken şeyin bu olduğu kanaatindeyim.Köyümüzün ihtiyaçlarını öncelik sırasına koyarak bir bir çözme yolunda adımlar atmalı ve bu doğrultuda projeler üretmeliyiz.
 
İkinci sorumuzu irdelemek gerekirse bu konudaki düşüncelerim şudur: Mahallelerin mescit sorunu kurstan önce çözüme kavuşturulmalıdır.
 
Aslında mahallelerimizin mescit sorununu üniversite yıllarımda Emirtolu köyüne minare yapılırken dile getirmiş ve yine bazı kişiler tarafından eleştirilmiş hatta şahsıma küfür edenlerle karşı karşıya kalmıştım.
 
Bakıyorum ki bugün kurs projesinde yine mahallelerin mescit ihtiyacı tekrar gündeme geldi.
 
Şunu özellikle belirtmek gerekir ki sorunlara çözüm üretilmediği sürece aynı sorunlar tekrar tekrar gündeme gelecek ve zamanla daha da karmaşık, içinden çıkılmaz bir hal alacaktır.
 
Bizler sorunlarımızı halı altına itmemeli gerçekçi bir şekilde çözüm aramalıyız ki birlik ve beraberlik içerisinde nice projelere imza atabilelim.
 
Yoksa sorunları görmezden gelerek göz ardı ederek daha aydınlık bir geleceğin hayalini kurmamız mümkün olmayacaktır.Bir arpa boyu yol alınamayıp sürekli aynı sorunlarla boğuşmaya devam edilecektir.
 
Şunu da belirtmek gerekir ki eleştirilmeye alışmalı, eleştirileri olgunlukla karşılamalı ve bu eleştirileri dikkate alarak eğer varsa yanlışlarımız düzeltme yoluna gitmeliyiz.
 
Ben bakıyorum ki eleştirilmekten tir tir titriyor ve eleştirenleri bir düşman olarak kabul edip onların üzerine saldırıyoruz.İnançlı, olgun insanların eleştirilere tepkisi bu olmamalı mantık çerçevesinde eğer varsa bir cevabımız hakaret içeren cümlelerle değil karşıdaki kişiyi kırmayacak,yıkıp dökmeyecek ve kişiliğini hedef almayacak şekilde cevabımızı vermeliyiz
 
.Aksi takdirde sizin karşıdaki kişinin kişiliğini hedef alan cevaplarınız sizin haklılığınızı ortaya koymayacak hatta sizi haklı olsanız bile haksız konuma düşürecektir.
 
İnsanların kişiliğini hedef alarak savunma yapmak eğitimli insandan beklenen bir çıkış olmayacaktır.Ayrıca bu bizi sorunların çözümünde bir yöne sevk etmeyecek aksine sorunlardan uzaklaşılmasına ve meselelerin bireylerin kişiliklerinin tartışılması ekseninde dönmesine yol açacaktır.Bu da çözüm değil çözümsüzlük, tartışmaları gerçek ekseninden saptırma olacaktır.
 
 
Eğer bir toplumda eleştiri yoksa asıl tehlikeli olan budur.Çünkü eleştirinin olmadığı yerde neyin doğru neyin yanlış yapıldığının farkına varılmayacak ve yanlış olan doğrularla bir ömür yaşamaya mahkum olunacaktır. Bu da belki de bir toplumun yok olmasına yaşamı boyunca yanlışlarıyla yaşamasına yol açacaktır.Eleştirilere bu açıdan bakılması gerektiği düşüncesindeyim. Kaldı ki bir toplumda herkesin aynı düşünmesi mümkün değildir.Nasıl ki her insanın farklı bir parmak izi olması doğalsa her bireyinde farklı bir düşüncesinin olması da bir o kadar doğaldır.Bunu böyle kabul etmek gerekir.Farklı fikirler demek farklı projeler, farklı sorunların çözümü demektir. 
 
Sorunlara bu pencereden baktığımızda sorun olarak görülen şeylerin aslında bir sorun olmadığı ya da sorunlarımızın çözümüne hizmet eden bir yol olduğu görülecektir.Emirtolulu köylülerimin de eleştirilere  bu penceren bakmalarını ve toplumun ihtiyaçlarına doğru kararlar alarak cevap vermelerini temenni ediyorum.
 
Değerli hemşehrilerim mabetlerin önemini apacık gözler önüne seren şu olayı sizlerle paylaşmak istiyorum.Kars'ta Ani harabeleri yer almaktadır.Bu ani harabeleri bilinçli olarak Ermeniler tarafından tahrip edilmektedir.Düşünceleri ise ülkemiz topraklarından pay almaktır. Çünkü onlar bu bölgelerde Türklerin yaşamadıklarını iddia etmektedirler.Ancak Ani harabelerinde Türk mimarisinin izlerini taşıyan bir çok yapı bulunmaktadır.Dolaysıyla bu yapılar bu bölgede Türklerin yaşadığının açık kanıtı konumundadır.Ermeniler Türklere ait bu yapıları yok ederek dünya kamuoyunda hazırladıkları tezlerini kabul ettirme gayreti içerisine girmişlerdir. 
 
Bu açıdan olaya baktığımız da aslında mabetler memleketin kalesi konumundadır.Bu nedenle imkanlar el verdikçe mabetler yapılmalıdır.Gelecekte bu tür küresel oyunlara gelmemek için memleketin her köşesi mabetlerle donatılmalıdır.
 
 

''İNSAN OLMAK''
Aklım erdi ereli söylüyorum,canım bedenimde durduğu ve dilim döndüğü sürece de bıkmadan, usanmadan söylemeye devam edeceğim.

''Ben insanım'' demekle insan olunmaz.Soy,sop,para,mal,mülk,milyon dolarlık evler,yüzbinlerce liralık lüks arabalar,binlerce liralık cep telefonları,mevkii,makam,tahsil,kılık kıyafet,yakadaki etiket insan olmanın,insan olarak kabul edilmenin ölçüsü,kriteri olmaz,olamaz.

Herkesin fikrine nezaketle beyan edildiği sürece sonuna kadar saygılıyım ama bana göre insan olmanın olmazsa olmaz ve kesinlikle vazgeçilemez ölçüsü, DÜRÜSTLÜK'tür.Dürüst olmayana insan denemez,denmemelidir.Bir de az dürüst,çok dürüst olmaz,bu son derece komik ve anlamsızdır.Dürüstlük gramla,metreyle ölçülmez.İnsan ya dürüsttür,o zaman insandır,ya da dürüst değildir,o zaman da insan olarak kabul edilemez.Yani ucundan azcık dürüstlük ve dolayısıyle insanlık olmaz.İnsan; öncelikle diğer insanlarla ilişkilerinde insanca davranmak,başkalarının haklarına ve hukuklarına saygılı olmak,saygı,sevgi,hoşgörü,iyiniyet,adalet,eşitlik kavramlarını hiç gözardı etmeden,onların fikirlerini görüşlerini,düşüncelerini kabul etmese bile onlara karşı nezaketli davranmak,incitmemek,kırmamak zorundadır.İnsan olan boynundan kesileceğini bilse asla yalan söylemez,insan satmaz,satılmaz,başkasının kuyusunu kazmaz ve ayağını tettirmeye,kaydırmaya çalışmaz, verdiği sözün arkasında sonuna kadar durur ve her ne koşulda olursa olsun gereğini yerine getirir.Ağzından çıkanla,beyninden ve yüreğinden geçen arasında kesinlikle hiç bir fark bulunmaz,akşam başka,sabah başka,yüze başka,arkadan başka konuşmaz,yani ''karakolda doğru söyleyip, mahkemede şaşmaz.'' Dili bir şey söylerken kafasının arkasında bir gizli plan,proje barındırmaz.Yani ne söylüyorsa,ağzından ne çıkıyorsa o an onu düşünüyordur,onu yapmak istiyordur.
Kendisini diğer insanlardan asla üstün görmez,onların,onurunu,kişiliğini zedelemez, kırmaz,incitmez,başkalarının emeğinde,ekmeğinde,malında,canında,ırzında,namusunda kesinlikle gözü olmaz.Ekmeğinin her zerresine alın terini katar ve emeksiz,havadan,alevere,dalavere ile para kazanma,mal,mülk,makam,mevkii edinme peşinde koşmaz.Hiç bir zaman helal ekmeğine haram karıştırmaz,çoluk çocuğuna haram yedirmez.Tam bir sorumluluk duygusu içerisinde vicdanının sesini dinleyerek,aklın,mantığın emrettiği şekilde, sürekli doğru yolda,doğru amaç ve araçlarla,hep doğruya varabilmek için çaba harcar.Kim haksızlık yaparsa yapsın ,karşı çıkar,kim haklı ise hep ondan yana saf tutar,onun yanında yer alır. Benim kimseye zararım yok mazeretinin arkasına sığınmaz,kolaycılığına kaçmaz,elinden geldiğince darda,zorda olanlara yardımcı olmaya çalışır.Hiç kimsenin dedikodusunu yapmaz,arkasından konuşmaz,eksikliği olanlarla alay etmez,onları toplum içinde küçük düşürmez,insanı arkasından o yokken över,yüceltir,hatası varsa hiç kimsenin olmadığı yerde uygun sözcüklerle yüzüne söyler.Kendisi hata yapmışsa özür dilemesini bir erdem olarak kabul eder,pişmanlığını açıkça dile getirerek özür diler,hatanın doğurduğu sonuçları ortadan kaldırmaya,kalp kırmışsa tamir etmeye gayret sarfeder.Tatlı dili ve güler yüzü bir an bile terketmez,gözardı etmez.Aklının ermediği konularda konuşmaz,ukalalık yapmaz.
Bir de insan sevdim mi tam ciğerden,yürekten,içerlerden bir yerlerden sever,yani sözde değil, özde sever.Sevgisini sonuna kadar sahiplenir,korur,kollar,taşır,bunun için hiç bir karşılık beklemez.
Sözlerimi büyük sanatçı,gönül insanı sevgili MÜJDAT GEZEN'in güzel ve anlamlı bir şiiri ile bitirmek istiyorum.
İlkelerin olacak,seni satın alamayacaklar
Aptalların uydurduğu atasözlerine inanmayacaksın,
''Paranın satın alamayacağı bir şey yoktur''
''Herkesin bir fiatı vardır'' gibi sözlere kanmayacaksın
Onurunla,kişiliğinle ve beyninle akıllı yaşayacaksın,
Üreteceksin,seveceksin,sevileceksin,
İnançlarının arkasında duracaksın,
Sevgilerin karşılıksız,yardımların gizli olacak,
Seni attan,ottan ayıran özelliğinin farkına varacaksın,
Çünkü sen insansın ve bunu yakaladığın gün
Bembeyaz yaşayacaksın.
İnsan olmanın,insan olarak toplumda kabul ve saygı görmenin ağırlığını,asaletini,onurunu,mutluluğunu,gururunu yaşayın, ve her zaman olduğu gibi sevgilerle ve sevdiklerinizle kalın.

Av.Tevfik DÜNDAR


ANKARA'DAKİ ZOR YILLARIM
42 yıl önce o zaman ayrı yapılan sınavlar sonucu Çapa Eğitim Enstitüsü ile Ankara Hukuk Fakültesini kazanmıştım.Bana kalsa Çapa Eğitim Enstitüsünde okuyacak ve Fransızca öğretmeni olacaktım,çok istiyordum,sınavda da derece yapmıştım.Ama rahmetli babacığım ''bizde herkes öğretmen,sen hukukçu olacaksın marş,marş'' dedi ve parmağıyla Ankara'yı gösterdi.Emir büyük yerden olduğu için itiraz etmeyi bırakın, yorum dahi yapamadan kuzu kuzu Ankara'nın yolunu tuttum ve binbir zahmetle okuduktan sonra rastlantıların da yardımıyla ölmeden okulu bitirdim ve hiç sevemediğim bir mesleği 30 yıl yapmak zorunda kaldım..
                    Çok katı bir baba disiplini ve en az onun kadar katı Kastamonu Abdurrahman Paşa Lisesindeki yatılı okul disiplininden sonra Ankara'da kendimi önceleri ne olduğunu anlayamadığım için kuşlar gibi özgür hissettim,sırtımdan,omuzlarımdan ağır yükler kalkmış,ayaklarımdan ağır prangalar sökülmüştü,bir başka anlatımla bükelek tutmuş buzoğu gibi kendi halimizde ama masumca  k..ç atıp kulak kırptık.Başımızda herkes gibi efil efil kavak yelleri esiyordu,şiirler yazıyor,hiç bir zaman gerçekleşmeyecek hayaller kuruyorduk.Sık sık gazinoya rahmetli Ziye Taşkenti dinlemeye gidiyor,sanat müziğinin doyumsuz eserlerini dinleyerek kendimden geçiyordum..Ama bu o zaman bize güzel gelen renkli yaşantı hiç uzun sürmedi.
                     Ankara'da Sinop yurdu yoktu,rahmetli babacığım utana sıkıla Sinop milletvekili Hilmi İşgüzar'ı buldu ve yardım istedi.Adam Yozgatlıydı,bana ''seni Yozgat yurduna yerleştireceğim ama Yozgatlıyım,Fakıllı ilçesindenim diyeceksin'' dedi,o gün bu sözlerden sonra babacığımın bana bakışını hiç unutamadım,yalana alışık olmayan ağızlara bu ne kadar ağır bir yük,bnu herkes anlayamaz.Çünkü babam bana hep ''boynundan kesileceğini bilsen doğrudan bir milim bile ayrılmayacaksın,kesip doğrasalar asla yalan söylemeyeceksin,her şeyini yitirsen bile asla onurunu yitirmeyeceksin,çünkü öteki yitirdiklerini yeniden kazanabilirsin ama,onurunu yitirirsen onun hiç bir zaman geri dönüşü olmaz'' diye öğütleyip bunları beynime kazımıştı.Ama bu adam bize yalan söylemeyi şart koşuyordu,yalan söylesek kişiliğimizden ödün verecek,kendimizle ters düşecektik,söylemesek sokaktaydık,kalacak barınacak yer yoktu.Yani kırk katır mı,yoksa kırk satır mı durumuydu.
                    Adam elimize bir mektup yazdı,bizi yurda yolladı.Yozgat yurdu 90 kişinin aynı  odada yattığı,rahmetli Karayusuf ve Ali Efendi dedelerimin keçi ağılından hiç farkı olmayan,pisliğin paçadan aktığı,her türlü kokunun kol gezip kolbastı oynadığı bir yerdi,handı desem daha doğru olur.Bize boş bir ranza verdiler,o zamanın olağanüstü zor ulaşım koşullarında binbir zahmetle saatte 25 km yapan burunlu otobüslerin kirli bagajında Durağandan yatak yorgan getirdik ve yurda yerleştik.Soranlara utana sıkıla yüzüm çükündür pekmezi gibi kızara kızara ''Yozgatlıyım,Fakıllı ilçesindenim ama çok küçükken orada ayrılmışız'' şeklinde yalanlar söylüyordum.Hiç başka şansım yoktu,hiç durulmayacak bir yer olsa da en azından üstümüz kapalı,kuruluydaydık.Hemen karşımızda Atatürk öğrenci yurdu,beş yıldızlı otel gibiydi,hemen oraya başvuru yaptık,güya sıraya girdik.Nasıl sıraysa tam 42 yıldır bir türlü gelemedi,halen umutla bekliyoruz (! )
                   Aradan üç ay kadar zaman geçti,sorular seyrelmeye başladı hatta tek tük durumuna geçti.Arkadaşlar edindim,yurdun futbol takımına girdim, çünkü en iyi bildiğim iş oydu.Çenemi tutabilsem hemen hemen hiç sorun yoktu fakat alışık olmayan yerde tuman durmazmış,ben de duramadım,çünkü kendi yalanım beni sıkmaya hatta boğmaya başladı,gündüz soran kalmadı ama geceleri rüyamda birileri bana aynı soruyu soruyor ve sıkıştırıyorlardı,kabuslar görmeye başladım,yaşamımın hiç döneminde yalanı hiç bir türlü kabul edemediğim için,en candan bildiğim arkadaşıma bir gün ''ben Yozgatlı değilim,Sinopluyum'' deyiverdim,hay dilimden düşeydi de söylemeyeydim ama bugün olsa hiç tartışmasız yine aynı şeyi yaparım.Ben bunu öğlen sonra 14.00 gibi söyledim,saat 15.00'de kapıya liste astılar ve çıkmam için ihtaryaptılar.Aylardan ocak,Ankaranın kışında kar boran,ayaz bıçak gibi kesiyor,dışarda hiç tanıdığım,sığınacak kimsem yok,beni yatak yorganımla birlikte saat 16.00 olmadan yurdun önüne koydular.Çocuklar gibi saatlerce ağladım,gözyaşlarım yüzümde buz ksildi,dondum,uyuştum..Hiç hatırımdan çıkmaz.
                 Rahmetli babacığım yanıma geldi,bir başka mektupla Samsun yurduna girdik,4 ay geçmeden oradan da çıkardılar.oradan  okulun hemen arkasındaki daha çok doğulu öğrencilerin kaldığı Cebeci yurduna geçici kaydıyla girdim.Fena değildi,yatak da vermişlerdi ,okul zamanı sorun yoktu ama sınav zamanı yatakların sahipleri geliyordu.Çünkü ben idareten duruyordum,kalıcı öğrenciler oda ücretlerini yaz kış yatırıp sınav zamanı geliyorlardı..Bir gecede dört kez yatak değiştirdim,en son yatttığım yerde yatak yoktu,yaklaşık bir hafta kadar tellerin üzerinde yattım.İnsan garip ve sahipsiz olmasın, bizi oradan da şutladılar,okulun karşısındaki Seyhan Palas Oteline yerleştim,Otel sahibi rahmetli Ali abinin iyiniyetiyle indirimli olarak bir süre kaldım ama para yetirmenin olanağı yoktu ve indirim bile bize kaldırım gibi geliyordu,bir öğretmen maaşıyla dört kardeş aynı anda yüksek tahsil yaparsa hesaplar şaşıyor, bu sonuç kaçınılmaz oluyordu.
               Farklı okullardan yedi arkadaş Seyranbağları yolunda Güldüren Apartmanının en tepesindeki yedinci katı tuttuk,güleceğimizi zannettik ama bir türlü gülemedik,Bir öğlen vakti geldiğimde bana kapıyı belinden yukarısı üryan bir kadın açtı,meğer arkadaşlardan bazıları eve misafir (!) getirmişler,oradan nasıl kaçacağımı bilemedim.Sonra babacığım yine geldi,onun da çilesi bir türlü bitmedi beni Ankaraya yolladığına bin pişman olnuştu ama atı alan Cebeci'yi geçmiş,Dikimevi'ne gelmişti.Bana şöyle dedi '' oğlum buraya herkes sığdı,demek ki bize yer kalmadı,hadi dönüyoruz'' dedi,Durağan'a döndük.Devam zorunluluğu olmadığından sınav zamanları gidip Ankara Hergele meydanındaki ucuz sözüm ona otellerde kalarak ve rastlantılar sonucu ölmeyerek on bin bir eziyetle okulu bitirdik.
            ' 'Rastlantılar sonucu ölmeyerek'' demek ne demek onu bu yazının devamı olacak olan bir dahaki yazımda anlatacağım. Yaşadıklarım bunlarla kalsa öpüp başıma koyacaktım ama ne gezer,lütfen biraz sabredin ve devamı için perşembe gününü bekleyin.Amacım sizi meraklandırmak değil,yazı çok uzadı, ama macera otuz iki kısım tekmili birden devam ediyor,lütfen beni izlemeye devam edin.
Sevgilerle ve sevdiklerinizle kalın.  


Av.Tevfik DÜNDAR 
  
  
KEŞKEKTEN ÖNCE ÖĞRENCİ...
Hemen hemen hepimiz bir öğrencilik dönemi geçirmişizdir.Kimimizin hatırında su yüzeyindeki bir yazı kadar,kimimizin hatırında ise bir anıt gibi durar.Ama ne olursa olsun herkesin hatırında bu dönem yer etmiştir.En çok da hatırlanan karne döneminde anne ve babanın sevinçli halleri ve hediyelerdir.Kimisi bisiklet,kimisi bir kitap,kimisi de sıcak bir tebessüm vermiştir çocuğuna.
Bir de bir kısmımızın sabırla ve azimle kazandığı üniversite hayatı vardır.Hepimizin aklında kalan belkide en güzel sahne ;sonuç belgesini alıp KAZANDINIZ ibaresini görmektir.Hele bir de kayıtlara giderkenki ruh haliniz yok mu,anlatmakla bitmez.Kocs bir 12 yılın yorgunluğunu bir anda üzerinizden silkip atıverirsiniz.Ve 12 yıl sonraki birikimin yemenin tadını çıkarırsınız.
Bu meyvenin ne kadar acı olduğunu ancak prof.un kitap almanızı istediği zaman,kiracının kira parasını,TEDAŞ'ın elektrik parasını,İSKİ'nin su parasını istediği zaman anlarsınız.Tabii siz bu meyveye alışkın değilsiniz ve hazırlıksızsınız.Tıpkı kışa yazlıklarınızla yakalanmanız gibi.Bu halinizle doğal olarak hasta olacaksınızdır.Ve hiçbir sağlık güvenceniz olmayarak.
Sevgili kardeşlerim;karnesiyle övündüğümüz,sınavı kazandığında falan ilden falan kişi Türkiye derecesi yaptı diye göğsümüzü kabarttığımız o gelecek abideleri bugün içler acısı bulunmaktalar.Gitmedikleri dernek bırakmayan,her gün siteden burs duyurusu verilecektir diye bekleyen biz üniversiteli gençler;derneklerden,başka başka sivil toplum kuruluşlarından yardım eli bekliyoruz.Büyük bir hevesle geldiğimiz üniversite hayatı kabus olmaktan işte o zaman çıkacaktır.Atatürk'ün deyimiyle"Çağdaş medeniyetler düzeyine"o zaman yükselinecektir.Artık biz üniversiteli gençler dernek sitelerinde,afişlerinde"KEŞKEĞE DAVET VAR'dan önce ÖĞRENCİYE BURS VERİLİR" ibaresini görmeyi arzuluyoruz.Pazar yerlerinde nutuk atmaktan,TV programlarında boy gösterisi yapmaktan bir öğrencinin elinden tutmak daha eftaldir.Şimdi bugüne kadar başaramadığımız bu işi bundan sonra başarmaya söz verip "KEŞKEKTEN ÖNCE EĞİTİM,ÖĞRENCİ "sloganıyla harekete geçmeye hazır mıyız?Bir Sinoplu edasıyla tüm Sinoplu kardeşlerimi Sinoplu öğrencilerimize sahip çıkmaya davet ediyorum.Çünkü biz Sinop'u ve Sinoplu'yu çok seviyer ve onlara çok güveniyoruz.

FAHRİ ÇELİKTEN

BU VATAN İÇİN BİZ BEDEL ÖDEMEDİK Mİ?(YENİ)
 
 
Durağan tarihi dokusu ve doğal güzellikleriyle bambaşka bir memleket.
Durağan isminin verilmesinde etkili olan tarihi Durakhan Sarayı Durağan'ın tarihi dokunsundan bir tanesi.

Tüm bu olumlu özelliklerinin yanında eğitim seviyesinin düşük olması,ekonomik yapısının zayıf olması gibi birçok olumsuz yanları da var.

İşte benim diğer sorunların temelini oluşturduğunu düşündüğüm eğitim seviyesinin düşüklüğü konusunu dile getirmek istiyorum.

Durağan merkez dahil olmak kaydıyla Durağan'ın köylerinin eğitim durumu içler acısı.

Tabii ki köylere oranla merkez eğitim konusunda bir adım önde.

Durağan köylerinin eğitim yapısının zayıf olmasının temelinde,yeterli okul binasının olmaması,yeterli okul araç gereçlerinin bulunmaması ve ulaşaımdaki olumsuzluklar gibi  sorunlar yatmaktadır.

Bunun yanında refah seviyesinin düşük olması da eğitimin düşük olmasında büyük rol almaktadır.

Burda önemle üzerinde durulması gereken bir konu daha var:Durağan ve köylerine yeterli yatırım yapılmaması.

Siyasiler hep bu güzel memeleketi seçim zamanı ziyaret etmiş,bazı vaadlerde bulunarak bu insanları kandırmış ve hedeflediği statüye ulaşmışlardır.

Sonra bu insanların sorunlarıyla hiç mi hiç ilgilenmemişlerdir.

Verilen vaadler yerine getirilmemiştir.

Durağan'a ayrılan malii kaynak ise Durağan ve köylerinin kalkınmasında hep devede kulak olarak kalmış ve Durağan  her defasında darbelere ve ihanetlere maruz kalmıştır.

Bu memleketin insanları hep kendi kaderlerine terkedilmiş,sanki yabancı bir ülke vatandaşıymış gibi muamele görmüştür.

İşte bu ve daha dile getirmekle bitmeyen Durağan ve köylerinin sorunları bugüne kadar yığıla gelmiştir.

Bedel olarak ise eğitim seviyesinin düşük olması gibi büyük darbeler alınarak ödenmiştir

.Durağan ve köylerine sahip çıkılmalı.

Ulaşım sorunu bir an önce çözüme kavuşturulmalı.

Bu insanların da bu vatanın evledı oldukları asla akıldan çıkarılmamalı.

İşte o zaman refah seviyesi yükselecek sonucunda da eğitim yapısıda yıkılmaz bir güç kazanacak.

Bu insanlarda bu memleket için şehit verdi.

Durağanda yaşayan vatandaş ile Ankara da yaşayan vatandaşın birbirine karşı herhangi bir üstünlüğü yoktur.

 

DURMUŞ ÇELİKTEN
 

ŞU HAYAT DEDİKLERİ EMANETCİLİKTİR..
 
Hayat bazen küçük, bazen de büyük sürprizlere gebedir.
   Hiç beklemediğiniz an, iyi veya kötü sürprizlerle karşılaşırsınız. Bazen de hedef koyarsınız geleceğinize ve her engeli tek tek aşacağım dersiniz. Bazen başaracağım diye yola çıkarsınız, beklemediğiniz tuzaklarla karşılaşırsınız. Bazen çalışırsınız küçük bir teşekkür beklersiniz bir de bakarsınız ki gözünüzün içine baka baka başkasına teşekkür edilir.
Hayat, böyle garip olaylarla doludur.
Bazen ıssız yerlere gidip uzansam, hiçbir şey düşünmesem dersiniz.
Denizdeki dalgaları seyretsem ya da ormana gitsem saatlerce dolaşsam; sorunları unutur muyum?
dersiniz.
      Ama döndüğünüz de o sorunlar, orada sizi hazır bekliyor olacaktır.
Bazen gelecek için hayaller kurarsın; başarılı ve daha iyi bir gelecek olsun dersin. Ama birileri durmaz; kaşır durur ardından. Bazen sevgi ararsın, biraz olsun hayatıma renk gelsin diye. Bazen de sevgiden kaçarsın, beklemediğin davranışı gördüğünde. Bazen üzerine üzerine gelirler; haktan adaletten bahsedip, hakkına göz dikerler. Sen, hayat bu deyip stres yapmazsın; olur böyle vakalar diye kendini avutursun. 
    Memursundur; sen de uyanırsın mesai saatine geç kalmamayım diye. Bazenler sizlerin de olur çeşit çeşit.
     Bazen öğrenci olursun, hayatının bir aşamasında, heyecan dolar içine; okula başlıyorum diye. Bazen anneni babanı telefonla ararsın; onların sesini duyup rahatlarsın. İyi olduklarını bilmek seni rahatlatır. Bazen üzülürsün karşılaştığın kötü bir olayla.
  ((((..  Ne bazenler biter, ne de hayatın dikenli gülleri biter.. ))))
          Emanetçisindir; senden sonra gelen olana kadar.
    Memur, işçi, öğrenci, öğretmen, idareci, ne olursan ol; senden sonra gelene kadar o yerde emanetçisindir. Bu bizden önce de böyleydi. Bundan sonra da böyle olur. Hayatın kuralıdır bu.
öğrencisindir, gün gelir mezun olursun. Senden sonrakiler gelir alır senin emaneti.
Bıraktığın emanet yere bir başkası gelir. 
Boş bırakılmaz yerin.
   Hayat acımasız kurallar yumağı gibi olsa da biz onu öyle katı görmeyelim. Biz ölünce yeni bebekler dünyaya gelecek ve onlar soyumuzu sürdürecek. Bizim bıraktığımız yerden. Her ölüm yeni doğumun işaretidir.
Bazen, biz bu dünyada emanetlerimize sahip çıkıyor muyuz? Onlara layık oluyor muyuz acaba?
     Bazen  de boş ver diyesi geliyor insanın.!! ....Yine de sonra ucundan azıcık düşünmeden edemiyor insan.
Bazen, bir beyaz pazen kumaş kestirip, sarılıp gidesi geliyor insanın dünyadan. Sonra da bu dünyada daha yapacak işlerim bitmedi daha diyorsun   Hayalerim, hedeflerim, umutlarım ... Gelecek bizim diyor ve sarılıyorsun tekrar  hayata....
                                                 Saygılar

                                            ZEYNEP AKSU


 
  Bugün 4 ziyaretçikişi burdaydı!

www.bostanderesimahallesi57.tr.ggwww.bostanderesimahallesi57.tr.gg

 
 
KARADENİZ'İN YENİ DOĞAN GÜNEŞİ Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol