BOSTANDERESİ MAHALLESİ
  YOZLAŞAN KAVRAMLAR
 

EL KESME

El kesme diye bilinen ceza, Kur'an'ın mülkiyet hakkına tecavüz için öngördüğü cezadır. Mülkiyet hakkı, insanın temel hak-
larından biridir. İslam fukahasının ortak kabullerine göre, dinin korumayı amaçladığı temel haklar beş tanedir. Makaasıd-ı hamse (dinin beş amaç değeri) denen bu hakların biri de malı muhafaza yani mülkiyeti ve mülkiyet hakkını korumaktır. Bu temel insan hakkı, ihlal söz konusu olduğunda elbette ki maddi yaptırımı gerekli kılar. Hemen tüm hukuk sistemlerinde bu yaptırım, ağır yaptırımlardan biri olarak yer alır. Kur'an'ın anlayışında da böyledir.

Bu konuyu düzenleyen ayet şöyle diyor: "Hırsızlık yapan erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık Allah'tan bir ceza olarak ellerini kat' edin! Allah Azîzdir, Hakîmdir. Kim, zulmünden sonra tövbe eder, halini düzeltirse kuşkusuz, Allah onun tövbe-
sini kabul eder. Allah çok affedici, çok merhametlidir." (Mâide, 38-39)

Bu ayetten çıkarılacak hükümler şunlardır: 1.Hırsızlık edenin cinsiyetine bakılmadan elleri kat' edilecek yani 'kesilecek'tir, 
2. Suçunun ardından tövbe edip durumunu düzeltme kararı verenlerin elleri kat' edilmeyecektir, gerekli görünürse bunlar bağışlanacaktır.

İslam adına asırlardır tartışılan konuların en önemlilerinden biri olarak dikkat çeken bu beyyinede omurga nokta 'ellerin 
kat'
edilmesi' olmuştur. Nedir ellerin kat' edilmesi?

Kanı ve şiddeti pek seven gelenekçi yaklaşım bu ifadeden tek şey anlar: Hırsızlık edenin ellerini kesip atmak. Bu anlayışla 
20. yüzyılın sonunda sefalet ve adaletsizliğin kol gezdiği Mogadişu kentinde aç kaldığı için simit çalan bir delikanlının elini 
sokak ortasında kesip atar. Ve böylece zulüm işlemekle kalmaz, Müslümanları ve İslam'ı dünyanın önünde rezil eder. Kur'-
an'ın istediği bu mudur? Mülkiyet böyle mi korunur? O zavallı çocuğu aç bırakan düzenin esas hırsızlarını kim cezalandıra-
caktır? Allah o çocuğun cezalandırılmasını mı istemektedir, yoksa onu aç bırakan esas hırsızların mı? 

Geleneksel tabuculuk bunlara cevap aramakla uğraşmaz; o, fosilleşmiş fıkıh kitaplarındaki yazılı kuralları bulur ve uygular. Onun için din ve dindarlık budur.


                              BİD'ATLAR, HURAFELER

          *Ayetteki Esneklik Alanını Görmezlikten Gelmek:

Elin kat'ına ne anlam verirsek verelim, bir kere ayetin kamu otoritesine tanıdığı esneme imkânını ortaya koymak zorunda-
yız. O imkân şudur: Mülkiyete tecavüzü söz konusu olan kişi veya kişilere uygulanacak yaptırımda kanun koyucu, affet-
mekle eli kat' etmek arasında serbest bırakılmıştır. Şartlara göre, bu iki uç arasında kalacak imkânlardan birini kullanabil-
ir. Amaç, hırsızlığın serbestleşmesine engel olmaktır. Hükmün maksad (amaç) yanı budur. Bu hükmün vesile (araç) yanını, 
zamana, zemine, şartlara göre kamu otoritesi, kanun koyucu belirleyecektir. Engel olma; azarlamaktan hapis cezasına, 
dövmekten, çalışarak tazmine kadar birçok yaptırım içerir. 

Öyle durumlar olur ki, hırsız trilyonlar götürmüş, toplumun kanını emmiştir. Onun cezası en üst düzeyden elin kat'ı ile veri-
lir. Ama öyle durumlar olur ki hırsız karnını doyurmak için çalmıştır, yakalanır, ağlar-inler, halini arz eder, pişmanlığını bildi-
rir; kulağını çeker serbest bırakırsınız. Nitekim Hz. Ömer'in kıtlık ve açlık yıllarındaki hırsızlık olaylarında böyle davrandı-
ğı bilinmektedir. Ömer daha da ileri giderek, bir olayda, Kur'an'ın esas hikmetini yakalayan şu müthiş tavrı sergilemiştir: 
Aç kaldığı için çalan işçileri serbest bırakmakla kalmamış, çalınanın tutarını, onları aç bırakan işverene ödetmiş, hatta on-
dan bir miktar da para alarak açlık yüzünden çalan adamlara vermiştir.

Ayetteki elin kat'ı için 'kesme'yi esas alırsak ne olur? Orada da ayrı bir esneklik alanıyla karşılaşıyoruz. O esneklik alanını kullanmaz isek, ikinci bir saptırmaya gideriz ki o da şudur:


          *Elin Kat'ını, Eli Tamamen Kesip Atmak Olarak Dondurmak:

Elin kat'ı, eli kesip atmakla hırsızın elini hırsızlıktan uzak tutacak tedbirleri almak arasında bir esneklik alanı arz etmekte-
dir. Kanun koyucu veya kamu otoritesi bu alan içindeki imkânlardan birini kullanmakla serbesttir. Bu, bizim teklifimiz veya zorlama bir yorumumuz değildir; fıkıh ve tefsir mirasının içinde asırlardır yer tutmuş bir İslam gerçeğinin ifadesidir. 

Şimdi şu üç tespiti birlikte izleyelim:

1. Kur'an ilimlerinde otorite sayılanlardan biri olan Süyûtî (ölm. 911/1505), üzerinde olduğumuz Mâide 38 için şöyle diyor:

"Yed (el) sözcüğü bu organın; a) Bileğe kadar olan kısmını, b) Dirseğe kadar olan kısmını, c) Omuza kadar olan kısmını ay-
nı anda ifade ettiği gibi, kat' (kesmek) sözcüğü de 1. Kesip atmayı, 2. Yaralayıp kan akıtmayı aynı andan ifade eder. Bun-
lardan hangisinin esas olduğu açık değildir." (Süyûtî; el-İtkan fî ulûmi'l-Kur'an, 2/55)

Anlaşılan o ki bu ayetle, kamu yönetiminin önünde açılmış bir esneklik alanı söz konusudur. Kanun koyucu bu alanda, hır-
sızlık suçundan caydıracak çok değişik yaptırımları yasalaştırabilir. Mâide 38, bir tek norm vermiyor, belirlenecek normlar 
için olmazsa olmaz sınırları gösteriyor.

2. Ayetteki, elin kat'ı deyimi, 'çok anlamlı' bir deyimdir. Yani tefsir ve tahsise (muhtemel hükümlerden birine özgülemek) açıktır. Başka bir ifadeyle, bu ayet, taşıdığı bu deyim yüzünden müfesser (yorumlanası) bir ayettir. Ve Kur'an, ayete bu nit-
eliği veren deyimi Yûsuf Suresi'nde hem de iki kez yorumlamıştır. Başka bir deyişle Yûsuf Suresi'nde, Mâide 38 müfesser 
ayetinin mefessiri (yorumlayıcı ayeti) olan iki ayet vardır: 31 ve 50. ayetler.

Bu ayetlerin ikisinde de elin kat'ı tâbiri kullanılmaktadır. Ne için? Mısır kralının karısı tarafından verilen şölende, meyve yerken dalgınlıkla ellerini kesen kadınların bu 'kesme' eylemlerini anlatmak için. O kadınların ellerinin kesilip atılmadığın-
da, hatta parmaklarının kesilip atılmadığında kuşku yok. Onlar ellerini kestiler, Yani ellerinin bir yerlerini kesip kanattılar.

Kur'an'ın bu müfessir ayetlerine dayanarak ve hiçbir sıkıntıya düşmek zorunda kalmayarak diyebiliriz ki, Mâide 38'deki el kesmenin anlamı, hırsızın elinin bir şekilde kanatılıp hırsızlığa tanık olacak biçimde işaretlenmesidir. Toplum içinde caydırı-
cılık bakımından bu cezalandırmanın en ideal yollarından biri olduğunu hukukla uğraşan herkes kabul eder. Zaten cezanın a-
macı da caydırmaktır, sakat, özürlü hale getirmek değil.

Hem Kur'an'ın ruhuna, hem de teşriî mantığa uygun olan da budur. Yerine konması her zaman ve bazen kolaylıkla mümkün olan bir çalıntı mal için, yerine konması asla mümkün olmayan insan organının kesilip atılmasını Kur'an'a ve teşriî mantığa yakıştırmak zorlamakla bile mümkün olmayacak kadar büyük bir saptırmadır. 

3. Ayetteki kat' sözcüğü; bir işten alıkoyma, uzak tutma, yaptığına son verme anlamlarına da geliyor. Nitekim sünnet bün-
yesinde bu kullanıma bizzat Hz. Peygamber'de rastlıyoruz:

Hayber ganimetleri dağıtılırken kendisine verileni az bularak Hz. Peygamber'i edepsiz bir dille eleştiren ünlü şair Abbas b. Mirdas es-Sülemî (halife Osman döneminde ölmüştür) için Resul: "Ikta'û 'anna lisanehû: Şunun dilini bizden kesin!" buy-
urdu. Bunun üzerine adama biraz daha verip ağzını kapadılar. (Casas; Ahkâmu'l-Kur'an, 2/608)


Demek oluyor ki 'kat' sözcüğü, özellikle ceza alanında kullanıldığında, uzaklaştırmak, yaptığı işe son vermek anlamını taşı-
yabiliyor. Ve o halde, elini kat'ı için, kamu otoritesi tarafından herhangi bir biçimde başka bir işle meşgul etmek yöntemi de uygulanabilir. Buna, kanun koyucu karar verecektir. Önemli olan bu imkânın kanun koyucuya verilmiş olmasıdır. 

Son olarak şunu da ekleyelim: Geleneksel fıkhın, Kur'an'dan onay alamayacak tabulaştırılmış tespitlerine dayanarak, gün-
ümüz hukuk sistemlerinin hırsızlık suçuna verdikleri cezaları 'İslam dışı, din dışı' ilan etmek bilimsel ve İslami bir yol de-
ğildir. O cezaların ez azından pek çoğu, Kur'an'ın teşriî mantığına ve ruhuna uygunluk bakımından geleneksel fıkıhtan çok daha tutarlı, çok daha takdire layıktır.

Kur'an'ın muamelatla (hukuk alanıyla) ilgili hükümlerinin örfî fıkhın penceresinden değil de saf hukuk mantığı, dinin makaa-
sıd hükümleri ve insan hakları açısından değerlendirenler bunun böyle olduğunu anlamakta gecikmezler.



                                                        KABİRLER

Hz. Peygamber, İslam'ın ilk yıllarında mezar ziyaretlerini yasaklamıştı. Çünkü ortam putperst bir ortamdı. İnsanlar önlerine gelen şeye tapma, önlerine geleni ilah ilan etme eğilimi içindeydi. Ölüleri ilahlaştırma ise bu eğilimi en çok okşayan tutku-
lardan biriydi.

İnsanlık, ölülerin ilahlaştırılması illetine, eski Yunan panteonuyla çok açık bir biçimde tanık olmuştur. Yunan ilahlar pante-
onu zaman içinde, ünlü-itibarlı Yunanlı ölülerinde ilavesiyle bir hayli büyümüştür. Öte yandan, Asya'nın şintoist kitleleri, ec-
datlarının ölülerine tapmayı, onlardan medet ummayı bağımsız bir din haline getirmişlerdir.

Hz. Peygamber bunları elbette ki biliyordu ve çok tedirginlik içindeydi. Bu yüzden Müslümanlara kabir ziyaretini yasakla-
mıştı. Onları, atalarından aldıkları kirli şuuraltının etkisinden uzaklaştırması gerekiyordu. Nitekim o uzaklaştırmanın vücut bulduğunu anladığı, yani tevhitle terbiye gören sahabe neslinin beklenen kıvama geldiğini fark ettiği gün, koyduğu kabir ziyareti yasağını kaldırmış ve şöyle demiştir:
"Size, kabir ziyaretini yasaklamıştım; ama artık kabirleri ziyaret edebilirsiniz. Çünkü bu ziyaret size ölüm sonrasını hatırlatır."

Dikkat edilirse yasak kaldırılırken, çok önemli bir noktanın altı çizilmiştir: Kabirler sadece ve sadece ölümü ve ölüm ötesini hatırlamanın bir vesilesi olarak ziyaret edilecektir; başka hiçbir niyet ve amaçla değil.

Kısacası kabirlere gidişin iki maksadı olabilir ve olmuştur: Ziyaret, ibadet. İslam, birinciyi insancıl bir tavır görerek serbest bırakmış; ikinciyi, putperestlik sayarak yasaklamıştır.

Kur'an, kabir ziyaretini putperest bir tutkunun eleştirilmesi bağlamında gündeme getirmiştir. Bu tutku, mal ve evlat çoğalt-
ma yarışına girme, bu yarışla övünme anlamındaki 'tekâsür'dür. Aynı adı taşıyan 102. surede tekâsür, insanlığın sapmalar-
ından biri olarak gösterilmiş ve şiddetle kınanmıştır. Tekâsürün uzantılarından biri de kabirleri ziyaret ederek oradaki ölül-
eri sayıp çokluk belgesi olarak kullanmaya kalkmaktır. Aynen şöyle deniyor:
"Aldatıp oyaladı o çokluk yarışı sizleri, öyle 
ki ziyaret edip saydınız kabirleri..." (Tekâsür, 1-2)

Şöyle veya böyle, Kur'an kabir ziyaretleriyle ilgili saptamasını olumsuz bir saptama olarak ortaya koymuştur.


                              BİD'ATLAR, HURAFELER

          *Kabirleri Kutsallaştırmak, Mâbetleştirmek, Dilek Kapısı Yapmak (Türbeperestlik)

Kabirler konusunun en büyük yıkımı bu noktada ortaya çıkmaktadır. İnsanlık ilk günden beri, büyük tanıdığı kişilerin kabir-
lerinin kutsallaştırıp dileklerin kabulüne araç yapmış, hatta kabirlere doğrudan tapma illetine tutulmuştur. Bu illetin ilk işle-
diği alan, peygamber kabirleri oldu. Kabri bilinmeyen peygamberlere kabir icat edilmiştir. O yapılmamışsa, peygamberin
vekili ve temsilcisi gibi gördükleri kişilerin kabirleri kutsallaştırılmıştır. 

Bu kutsallaştırmanın ilk göstergesi peygamberlerin ölmedikleri, cesetlerini toprağın yiyemeyeceği, onların toprak altında 
hep diri kaldıkları vs. uydurmalarıdır. Bu sözlerin tümü Kur'an dışıdır. İşin, tevhit gerçeğine uygun yapısı şudur: Son pey-
gamber de dahil tüm nebiler beşerdir, hepsi ölümlüdür ve hepsi de ölmüştür. Bunun böyle olması sünnetullah denen tabiat 
yasalarının gereğidir. Sünnetullah ne değişir, ne bozulur. (K. 33/62; 35/43; 48/23) Kur'an son derece açık konuşuyor:

"Her benlik ölümü tadacaktır." (3/185; 21/35) Son Peygamber'e hitap şudur: "Hiç kuşkusuz, sen de öleceksin, onlar da öl-
ecekler." (39/30)

Şu halde, hiçbir peygamber kabrinde diri veya cesedi bozulmamış olamaz. Böyle bir şey varlık yasalarına, vahyin ilkelerine terstir. Böyle bir inancı taşımak Kur'an dışıdır.

Kabirperestlik, tevhit inancının maruz kaldığı ve kalacağı en tehlikeli belalardan biri olduğu içindir ki, Hz. Muhammed'in bu belaya karşı sert uyarılarına tanık oluyoruz. O, çok az kullandığı laneti, peygamber kabirlerini mâbetleştirenlere, bayram merasimleri için araç yapanlara göndermekte hiç duraksamamıştır. (Süyûtî; el-Emr bi'l-İttiba', 36-47) Daha ilginci ve ür-
perticisi şudur: Onun, bu âlemden ayrılmadan önceki son sözünün şu hadis olduğu en titiz hadis kritikçileri tarafından kay-
dedilmektedir:

"Şunu bilin ki, insanların en şerlisi peygamberlerinin kabirlerini mâbetleştirenlerdir." (Elbânî; el-Ahâdîs es-Sahîha, 3/124)
 
Bu hadisin Beyhakî (ölm. 458/1065)deki şekli şöyledir:

"Hz. Peygamber'in ağzından çıkan son söz şudur: 'Allah, Yahudi ve Hıristiyanların canını alsın, çünkü onlar nebilerinin ka-
birlerini mâbetleştirdiler." (Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve, 7/204)

Şu sözlerde Peygamberimizindir: "İnsanların en kötüleri, kıyamet koptuğu sırada hayatta olanlarla mezarları mâbetleşti-
renlerdir." Ve: "Allah'ım! Mezarımı, tapılan bir puta dönüştürme! Allah'ın gazabı, nebilerinin mezarlarını mâbetleştirenlere 
çok şiddetli olacaktır." Ve: "Mezarımı şölen yerine döndürmeyin!" (Bu hadisler için bk. İbn Teymiye; el-Furkan, 140)



                              BİD'ATLAR, HURAFELER

*Kabre Açıkça Tapmak.

*Kabri Veya İçinde Yatanı Allah İle Kul Arasında Aracı Kabul Etmek:

Tasavvuf-tarikat geleneğinde, özellikle Nakşî çevrelerde kabirlere yapılan râbıta bu ikinci türdendir ve tevilsiz bir putper-
estlik kalıntısıdır.

*Kabirlere Dilek Ve Nasip İçin Bez-İplik Bağlamak, Mum-Lamba Yakmak, Abdest Malzemesi, Tespih, Havlu Vs. Koy-
mak.

*Herhangi Bir Türbenin Şu Veya Bu Dileğin Yerine Gelmesinde, Şu Veya Bu Hastalığın Giderilmesinde Çare Olduğunu Düşünmek.


          *Rüya Yoluyla Mezar Keşfetmek:

Bazı seçkin kişilerin gördükleri söylenen rüyalarla bazı ünlü kişilerin bilinmeyen mezarlarının yerlerinin belirlenmesi de ka-
birleri mâbetleştirmenin bir uzantısıdır. İslam dünyası genelinde örneği çok olan bu türün ülkemizde en ünlü örneği İstan-
bul'daki Eyüp Sultan Türbesi'dir. Söylentiye göre bu türbe, ünlü Osmanlı sûfîsi Akşemsettin (ölm. 863/1459) tarafından rü-
ya ve ilham yoluyla keşfedilmiştir. Ve o günden sonra bu türbe hiç tereddütsüz Ebu Eyyub el-Ensarî (ölm. 51/671)nin türbe-
si olarak benimsenmiş ve 'Eyüp Sultan' adıyla mâbetleştirilmiştir.

Bu noktada iki İslam dışılığın altını çizmek gerekiyor: Birincisi, kabir mâbetleştirmedir ki, ona değindik. İkincisi, ilham ve rüyanın herkesi bağlayan bir kanıt olarak devreye sokulmasıdır ki İslam inancına açıkça aykırıdır. Çünkü İslam inanç siste-
minin temel kabullerinden biri şudur: "İlham ve rüyalar ilim sebeplerinden sayılamaz." İslam inanç manifestosunun bu ifa-
desinin bugünkü dille açık anlamı şöyle verilebilir: Hiç kimsenin ilhamı ve rüyası, başkalarını bağlayan bir kanıt niteliği taşı-
maz.

Bunlar akaid kitaplarında yazılmıştır ama, asırlardır hayata bunların tam tersi girmiş ve dinleşmiştir. Anadolu'nun birçok yerindeki evliya, hızır vs. türbelerinin durumu işte bu yolla belirlenmiştir. Fıkıh bilgini Ebu Şâme'ye göre, tüm bunlar şirkin 
bir uzantısıdır. Bu tür türbelerin tümünün tevhit inancı adına yıkılması gerekir.
(Ebu Şâme; el-Bâis, 101-104) 

Tüm illerdeki hemen her caminin bitişiğinde veya avlusunda bir veya birkaç ünlü kişinin 'türbe' adı verilen mezarı vardır. Bunun anlamı nedir? İslam'ın hangi buyruğu, mabetlerin bitişiğine kabirler yerleştirilmesini gerektirmektedir?

Kur'an ve sünnetten bizim çıkardığımız şudur:Yanına-yöresine bu tip kabirler yerleştirilen cami ve mescitlerde dinen namaz kılmak caiz değildir. Ve doğrusu biz bu Kur'an gerçeğini fark edeliden beri bu tip camilerde namaz kılmamaktayız. Eğer na-
maz tevhit dininin ibadetiyse onun tevhit ilkelerine uygun inşa edilmiş yerlerde kılınması gerekir. Aksi halde, hem tevhidi 
hem de şintoizmi memnun etmek gibi bir tutarsızlık sergilenmiş olur.


          *Kabirler Üzerine Kur'an Ayetleri Ve Tanrısal Adlar Yazmak:

Bid'atlara karşı mücadelesiyle tanınan ünlü fıkıhçı Türkmanî'ye göre, bu tür davranışlar en azından bid'attır. (Türkmanî, 1/
215)

Eğer kabir üzerine yazılan ayetlerden ölelere cennet, dirilere yarar sağlamak gibi sonuçlar bekleniyorsa o zaman iş bid'at olmaktan çıkar, şirke girer. Çünkü bu durumda, Allah'a ait özellikler, Kur'an ayetlerine verilmekte ve Kur'an, Allah'a ortak edilmiş olmaktadır.Allah'a ortaklık söz konusu olduğunda bunun aracının Kur'an olması hiçbir şeyi değiştirmez; şirk, şirktir.


          *Kabirler Üzerine Kur'an Okumak Veya Okutmak:

Bu da en azından bid'attır. Ünlü Osmanlı fakîhi İbn Âbidîn (ölm. 1836) böyle bir şeyin en azından mekruh olduğunu söylem-
ektedir. Ona göre, böyle bir şeyi vasiyet etmiş olanın bu vasiyeti geçersiz sayılmalı ve yerine getirilmemelidir.
(İbn Âbidîn; 
Resâil, 7. Risale, 1/168)


          *Kabir Azabının Kabir Çukurunda Meydana Geleceğine İnanmak:

Kabir azabı deyimi bazı hadislerde geçmektedir. O hadislerin sağlam olduğunu varsaysak bile bu, hiçbir zaman ölen insanın gömüldüğü yerde azap göreceği anlamına gelmez. İşte bu şekle sokmak, tevhit mantığından ve Kur'an ölçülerinden uzak-
laşmak olur.

Kabir hayatı ve kabir âlemi deyimi, dünya ile âhiret arası âlem demek olan berzah âlemi serüveni için kullanılır. Berzah, â-
hiret ile dünya arasını ayıran orta âlemin adıdır. Berzah, sözcük itibarıyla, ortaya giren, arada olan şey demektir. Kur'an da 
bu kelimeyi bu anlamda kullanmıştır.
(bk. 23/100; 55/20; 25/53)

Ölen insanın ruhu berzah âlemine geçmekte ve kıyamete kadar orada, cennet ve cehennem ehli oluşuna uygun bir devre geçirmektedir. Ruhun tekrar dünyaya dönmesi ve yeni bir bedene girmesi olayı (reenkarnasyon) da bu berzah âlemi ile 
dünya arası bir olaydır.
(Berzah âlemi ve berzah hayatı ile ilgili geniş bilgiler için bk. Şah Veliyyullah Dehlevî;Hüccetullahi'l
-Bâliğa ve Öztürk; Kur'an ve Sünnete Göre Tasavvuf)

İşte, din dilinde kabir azabı ve kabir hayatı denen şeyin esası budur. Hiçbir ölü, gömüldüğü bir-iki metrelik yerde azaba uğratılmaz. Azap ve ödülün, o toprak mekanla, oraya gömülen ve bir süre sonra çürüyüp dağılacak olan bedenle bir ilgisi yoktur.
 

Bir başka Kur'an araştırmacısı olan Fereç Hüdür, kabir ziyaretleri hakkındaki görüşleri, Kur'an'a uygunluk açısından değerlendirirken (bazı hu-
suslarda)  Y. Nuri Öztürk'ün yorumlarıyla uzlaşmamaktadır. Bu farklılık ise Kur'an'ı anlama yolundaki bir başka araştırmacının kişisel yorumu ol-
arak sizlere vermiş olduğumuz linkte sunulmaktadır:
http://kurandini.tr.gg/Fere%E7-H.ue.d.ue.r-Kabir-Yorumu.htm




                                                            MİRAC


Kur'an'ın hiçbir yerinde herhangi bir insanın Allah'ın yanına yükseldiği, O'nunla konuştuğu, din buyrukları hususunda O'n-
unla pazarlığa girdiği, O'ndan: "Ben sana aşıkım, sen olmasan varlıkları yaratmazdım." şeklinde methiyeler dinlediği yolun-
da değil bir beyan, bir işaret bile yoktur. Ne yazık ki, Yahudi-Hıristiyan mitolojisinden İslam'a aktarılan Mirac hikayesi (ve-
ya hikayeleri), tüm bu Kur'an dışı kabulleri içermektedir. Bu kabuller, bazı surelerdeki (özellikle Necm ve İsra sureleri) Cebrail'e giden zamirleri teviller yapıp Allah'a göndererek veya ayetleri mitolojiye uydurarak desteklenmektedir. Tümü 
anlam kaydırması veya tahriftir.

Kur'an'da bir İsra olayı vardır. İsra, aynı adı taşıyan surenin ilk ayetinde de gösterildiği gibi, 'gece yürüyüşü veya gece yü-
rütmek'
demektir. Ayetin beyanına göre, Hz. Peygamber, bir gece Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya yürütülmüştür. 
Bu yürütmenin beden ve ruh beraberliğinde mi, yoksa sadece ruhen mi olduğu ayette açıklanmamıştır. Hz. Peygamber'in 
Mescid-i Aksa'dan göklere yükseltildiğine ilişkin hiçbir söz ve işaret yoktur. Böyle bir şey, zaten Kur'an'ın sünnetullah de-
diği varlık yasalarına aykırıdır.

İş bununla da kalmaz: İsra olayındaki yürütmenin ruh ve beden beraberliğinde olduğunu kabul etmeyen, böyle diyenleri ya-
lancılık ve iftiracılıkla suçlayan büyük sahabîler vardır. Bunların başında fakîh sahabî Hz. Âişe gelmektedir. Hz. Âişe,
"Pey-
gamberimiz Mirac gecesi rabbini gördü, onunla konuştu..."
vs. türünden sözler söyleyenlere şiddetle karşı çıkmış ve şunları söylemiştir:
"Bu sözleri duyunca tüylerim ürperiyor, bunları nasıl söyleyebiliyorlar. Bunları söyleyenler Allah'a da Peygam-
ber'e de iftira etmiş olurlar. Allah hiçbir beşere görünmez, hiçbir beşerle konuşmaz."
Hz. Âişe bununla da yetinmeyip, şu-
nu da eklemiştir:
"O gece Hz. Peygamber yatağından hiç ayrılmadı, ayrılsaydı ben görürdüm. Rabbi onu o âlemlerde ru-
hen dolaştırdı."

Kur'an'ı dikkatle okuyanlar görürler ki Hz. Âişe'nin bu sözleri ve tavrı Kur'an'ın beyanlarına ve ruhuna en uygun olanıdır.

Bizim Kur'an'dan beslenen düşüncemiz ve inancımız şudur: Hz.Peygamber, bir İsra mucizesiyle lütuflandırılıp bir gece Mek-
ke'deki Mescid-i Haram'dan Kudüs'teki Mescid-i Aksa'ya götürülmüştür. Bu götürülmenin beden ve ruh beraberliğinde mi, sadece ruhen mi olduğu meselesi bizim bilgi sınırlarımızın dışındadır. Biz bu noktada durmayı yeğleriz. Hz. Peygamber'in göklere çıkarıldığı, Allah ile görüştüğü, Allah'ın ona iltifatlar ettiği, namazın uzun bir pazarlıkla farz kılındığı yolundaki riva-
yetlerin tümünü Kur'an'a, dine, uluhiyet ve nübüvvetin şanına aykırı buluruz.

Hz. Resul'ün Cenabı Hakk'ın tecellilerine ruhen muhatap olmasına gelince o bir kerelik değildir.Resul bu tecellilerin her an muhattabıdır. O muhatap olmanın nasıllığı ise bize anlatılmamıştır. O halde, biz o noktada da dururuz; kafamızdan veya İs-
railiyat söylemlerinden yararlanıp senaryolar oluşturmayız.

Yahudi-Hıristiyan mitolojisinden aktarılan kabullerle Kur'an'daki İsra olayının kaynaştırılmasından doğan sapmalar Hz.Mu-
hammed'in tevhit elçisi niteliklerine ters düşen birçok bid'at ve hurafe barındırmaktadır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:


          *Hz. Peygamber'in Bedeniyle Göklere Çıktığına İnanmak:

          *Peygamber'in Göklere Burak Denen Bir Binitle Yükseldiğine İnanmak:

Bu burak anlatımı, eski Hint ve Yunan mitolojilerindeki göğe yükselme anlatımlarının tıpa tıp aynısıdır. Burak uydurması 
tüm hadisçilerin 'zayıf', Ahmed b. Hanbel'in 'metrûk' (terk edilmesi gereken) dediği çok uzun bir uydurma ile anlatılır. Bu 
anlatım, tevhidin o saf ve berrak dünyasından çok, Eski Yunan panteonunun yedek ilahlarına ilişkin hikayeleri anımsatan 
putçu motiflerle doludur. Orada Hz. Peygamber'in karşılaştığı nebilerden biri olan Hz. Mûsa'nın, hâşâ, rabbine öfkelenmiş 
bir halde hiddetle bağırıp çağırdığı söylenmektedir. Orada, binilen burakı, Beyt-i Makdis'te peygamberlerin bağlandığı bir 
direğe bağladıkları anlatılır... Tüm bunlar, Kur'an'ın uluhiyet ve nübüvvet anlayışına taban tabana zıt mitolojilerdir.
(Mirac konusundaki uydurmalar için bk. Elbânî; ez- Zaîfa, 3/571; 4/281-283)


          *Namazın Mirac Gecesi, Allah-Muhammed-Mûsa Üçlüsünün Uzun Bir Pazarlığı Sonucu Farz Edildiğine 
            İnanmak:

Bu anlatıma göre, namaz mirac gecesi farz edilmiş ama bu 50 vakit imiş. Farzı öğrenen Hz. Muhammed dünyaya dönerken yoluna çıkan Hz. Mûsa ona: "Sen ümmetinin ne oduğunu iyi bilmezsin, rabbine geri dön, bu namazın indirilmesini iste, senin ümmetin buna dayanamaz!" demiş ve Hz. Peygamber de geri dönüp 50 vaktin bir miktarını indirtmiş. Sonra geri gelirken 
yine Mûsa ile karşılaşmış, o da yine "Geri dön, yine indirt, bu da fazla!" demiş, o da tekrar geri dönüp Allah ile pazarlık et-
miş... Mûsa Peygamber'in uyarısıyla gidip gelme birkaç kez tekrarlanmış ve nihayet namaz 5 vakte indirilmiş. Mûsa
"Bu 
da fazla"
demişse de Hz. Peygamber: "Yok, bundan fazla indirim istemekten utanırım, burada kalsın!" demiş...

Yüce Allah, hangi buyruğunu bu şekilde uzun bir pazarlık sonucu farz kılmıştır? Böyle bir şey Allah'ın şanına, onun dinine, peygamberlerle ilişkisine yakışır mı? Bunu Kur'an'ın dini adına ortaya sürmekten daha büyük bir bühtan olabilir mi? Kaldı 
ki namaz, mirac denen mitolojiden çok önce farz edilmiş ve uzun zamandır kılınmakta idi. "Namaz kılın!" emri, iniş sırasıy-
la üçüncü sure olan Müzemmil'de yer almıştır. İsra olayını (tahrif edilmiş şekliyle mirac denen olayı) anlatan surelerin bir-
incisi olan İsra, iniş sırasıyla 17. sure, Necm ise 23. suredir. Kur'an'ın üçüncü suresinde emredilen bir farz ibadeti, 17 ve 23. surelerin tevili ile yaratılan bir pazarlığa dayandırmak en azından cehalet ve hayasızlık değilse nedir?


          *Bakara Suresi'nin Son İki Ayetiyle Namazlarda Okunan Ettahiyyatü... Yakarışının Bir Kısmının 
            Mirac'da Vasıtasız Bir Şekilde Vahyedildiğini Söylemek:

Bu iddia, Kur'an'ın vahiyle ilgili beyanlarına aykırıdır. Vahyin nasıllığını gündeme getiren temel ayetler Şûra Suresi'nin 51-
52. ayetleridir. Bu ayetler, Allah'ın herhangi bir insanla bir vasıta olmadan asla konuşmadığını, konuşmayacağını hükme bağlamaktadır. 52. ayet, Hz. Peygamber'e vahyin de 'aynen bu şekilde' geldiğini bildirmektedir. Bu Kur'an ayetleri ortada dururken, birtakım rivayetlere dayanarak "Filan surenin filan ayeti ile falanca dua istisnadır" demenin inandırıcı bir yanı olamaz.

İkincisi, eğer bu rivayet doğru ise, neden Ettehiyyatü... duasının "Miracda doğrudan vahyedildi" denen Kur'an'a girmemiş-
tir? Kur'an'da eksik mi var?

Bunların cevabı yoktur, olamaz! Yapılacak tek şey, bu İsrailiyat uydurmalarını bir kenara bırakıp Kur'an'ın temiz ve nezih dünyasına dönmek ve hurafelerin lekelediği imanı o dünyada yeniden yıkayıp arıtmaktır.



                                                           ŞEFAAT 

Şefaat, tevhit dinindeki esası itibariyle duanın bir başka adıdır. Tüm dualar birer şefaattır. Ve bu anlamda herkes şefaat edebilir. Allah kabul eder veya etmez. O, O'nun bileceği bir şeydir. İslam fıkhının anıt isimlerinden biri olan İzz b. Abdissel-
em (ölm. 660/1262) bu noktayı çok güzel ifade etmiştir: "
Dua, bir şefaattir; hem yakınlarımızdan hem de yabancılardan gel-
mesi caizdir." (el-Kavâid, 99)

Dua, istek ve yakarıştır, ricadır; sonsuz kurtuluş garantisi veya cennet tapusu değildir. Cennet tapusu anlamında şefaat, 
şirk ile endülüjansçı kilise babalarının malıdır. O anlamda bir şefaat anlayışını İslam'a sokanların tövbe etmeleri gerekir.

Şer' kökünden gelen bu kelime, bir kişinin, yardım dilemek maksadıyla bir başka kişiye nispet edilmesini, onunla birlikteli-
ğinin gündeme getirilmesini ifade eder. Bu ilişkide yardımcı olana şâfi' veya şefî' (şefaatçı), yardım edilene meşfû' (şefaat 
bekleyen) denir.

Bir aracılık kavram ve kurumu olan şefaat, Allah'ın yanına yedek ilahlar koymayı dinin esaslarından biri yapan şirkte son derece önemlidir. Denebilir ki, tevhit dini ile şirk dininin en belirgin özelliği ikincide, şefaat inancının çok esaslı bir yer tut-
masıdır. Kur'an'ın, şirkin yedek ilahlarını şüfe'a (şefaat ediciler) diye adlandırması sebepsiz değildir. Şirkin belirgin özelliği olan yedek ilahlar (şüfea, erbâb, endâd, evliya) şefaatin varlığı ile vücut bulan kuvvetlerdir. Kur'an bu noktaya parmak basmaktadır.

Allah'ın varlığını kabul ettiklerini söyleyen şirk çocuklarına Kur'an, yedek ilahlara neden ihtiyaç duyduklarını sorduğunda onların cevabı şu iki cümledir:

1. "Bunlar bizim Allah katındaki şefaatçılarımızdır." (Yûnus, 18), 2. "Biz onlara, bizi Allah'a yaklaştırmaları dışında bir şey 
için kulluk-kölelik etmiyoruz." (Zümer, 3)

Kur'an tarafından temel zemini tahrip edilen şefaat, sonraki zamanlarda, Peygamber'in ilahlaştırılması ve velilik kavramının Kur'ansal çerçevenin dışına çıkarılmasıyla yeniden ve güçlü bir biçimde görülür oldu.

Şirk, şefaatin dünya planında sahibi gördüklerine evliya (veliler, dostlar-destekçiler) veya erbâb (yedek rabler), hem dün-
yada hem de ölüm sonrasında sahibi gördüklerine ise şüfe'a (şefaatçılar) veya şürekâ (Allah'ın ortakları) diyor.

Kur'an, şefaat kavramının bir şirk destekçisi kuruma dönüştürülmemesi için şu ilkelerin altını ısrarla çizmektedir: 1."Şefa-
at tümden ve yalnız Allah'ın elindedir." (Yunus, 18)
, 2. Allah'ın izni olmadıkça hiçbir varlık, nebi ve melek de olsa, şefaat e-
demez. (Meryem, 87; Tâha, 109; Enbiya, 27-28; Necm, 26), 3. Son hesap gününde şefaat hiç kimseye yarar sağlamayacak-
tır. (Bakara, 48, 123, 254; Müdessir, 48)


                              BİD'ATLAR, HURAFELER

          *Allah Dışında Herhangi Bir Kuvvetin Tek Başına Şefaat Sahibi Olduğunu Kabul Etmek:

Şefaat tümden ve sadece Allah'ın elindedir. İnsanların şefaatçı olarak niteledikleri, Allah'ın elindeki şefaati tahrik etmek 
için dua edebilir, yakarabilirler: Dua ve niyazı şefaatin kendisi gibi görmek, tevhitle şirki karıştırmaktır. En çok işlenen hat-
alardan biri de budur.


          *Peygamberleri, O Arada Hz. Muhammed'i Kesinlikle Kabul Edilecek Bir Şefaatin Sahibi Saymak:

Kur'an, hiçbir peygambere açık bir biçimde şefaatçılık payesi vermemektedir. Şefaati, Allah'ın izni verdikleri dışında hiç 
kimse yapamaz. İzin verecekleri, ismen belirtilmediğine göre biz bir isimlendirme yapamayız. Oysaki uydurma bir hadis şe-
faat edecekleri hiyerarşik bir biçimde sıralamaktadır. Uydurma bir hadise göre,
"Kıyamet günü ilk şefaat edecek olanlar 
peygamberler, sonra bilginler, sonra da şehitler olacaktır." (Elbânî; Zaîfa, 5/129)

Şefaat konusunun tevhide en zıt görünümlerinden biri de sünnete uymayı şefaat çıkarına bağlamaktır. Buradaki şekliyle sünnet, vahyin ilkelerinin Peygamber tarafından uygulanış şekline verilen addır. Sünnete uygunluk, Allah'ın isteğine uygun-
luksa o zaman bu uygunluğun karşılığı Peygamberimizden beklenemez. Peygamber'in böyle bir iddiası olamaz. Karşılığı Peygamberden beklenen bir şey, Peygamber için yapılan bir ibadet hükmündedir. Böyle bir şey Peygamber'i mâbutlaştır-
maktır.

O halde, "Şunu yaparsan şefaate erersin, şunu yapmak, Allah'ın emri değildir ama yaparsan Peygamber'in şefaatine nail ol-
ursun"
vs. gibi sözler örtülü bir biçimde şirk şefaatçılığını devreye sokmak ve Peygamber'i ikinci ilah durumuna getirmek-
tir. Bir kısım işlerin bir ilah için, diğer bazı işlerin de başka bir ilah için yapılması, şirk dininin icaplarındandır:
"Allah'a bir 
pay ayırdılar da kendi zanlarınca şöyle dediler: 'Bu Allah için, bu da ortaklarımız için..." (En'am Suresi, 136)

İbadetin bir tek muhatabı vardır: Allah. Ve ibadetlere bir tek kuvvet karşılık verir: Allah. Allah'ın olması gereken bu niteli-
ği, şefaat vs. bahanesiyle Peygamber'e aktarmak şirke kapı aralamaktır.

Bunun içindir ki biz, bu bağlamda hadis patentli sözlerin tümünü uydurma sayarız.

Şirk şefaatçılığı ümmet bünyesine son derece sinsi girmiştir. Önce Peygamber'i devreye sokmuş, Peygamber'le yumuşatıl-
an zihinlere daha sonra çeşitli unvanlar altında bir yığın şefaatçı kabul ettirilmiştir.

İşte bir şefaat uydurması daha: "Sırat köprüsü üstünde bilginlerle ibadet ehli birisi karşılaştığında ibadet ehline şöyle denir: 'Hadi, gir cennete ve bilginden önce nimetlen ibadetlerinle.' Bilgine de şöyle denir: 'Şurada istediğin herkese şefaat et. Bil 
ki her şefaat ettiğin kişi sayısınca sana da şefaat edilecektir. Ve bilgin, peygamberler makamına geçiverir."(Elbânî, aynı e-
ser, 5/229-230)


          *Birtakım Kişileri (Şeyh, Pir, Efendi, Hocaefendi, Seyyid, Hazret Vs.) Şefaat Edici Bilmek:

Böyle bir kabul açıkça şirktir. Kur'an bu tür şirk şefaatçılığını kötülerken daha çok, evliyayı destekçi edinme illetine dikkat çekiyor. (Bir örnek olarak bk. A'raf, 3)




                                                         KERAMET

İslam, din sınıfı ve din kıyafeti kabul etmez. İslam, resmî mâbet fikrine karşıdır. İslam'ın mâbedi vardır ama bunun adı cam-
idir, yani insanları çok değişik vesilelerle bir araya getiren toplantı yeri. İbadetlerin camide yapılması şart değildir, sadece 
tercihtir. İbadet için dinsel bir lidere de ihtiyaç yoktur. Toprak post Allah dost ilkesi geçerlidir. Bizzat İslam Peygamberi'nin 
deyişiyle "Tüm yeryüzü bir mescittir, isteyen istediği yerde ibadetini yapabilir."

İslam bunu neden böyle yapmıştır? Sebep ve cevap tektir: Kimse din sınıfına, din kıyafetine, mâbede, dinsel liderliğe daya-
narak kitle üzerinde dokunulmazlık, kutsallık iddia etmesin, egemenlik kurmaya kalkmasın! Ne yazık ki insan bu tanrısal kurala boyun eğmemiştir. Eğmiş gibi görünmüş ama asla boyun eğmemiştir. Çünkü bu kurala boyun eğmek, kitle üzerinde sulta kurmak, halkı sömürmek imkânlarını daha baştan yok eder. Egemen olmak, sömürmek ve hele hele bunu, kutsallık 
gibi rahat ve tehlikesiz bir kavramı kullanarak yapmak isteyenler İslam'ın omurga kabullerinden biri olan sınıfsızlık, mâbet-
sizlik ve kıyafetsizlik ilkesini etkisiz kılmanın yolunu aramışlardır. Ve bulmuşlardır.

Bu yol bizzat dinin içinden bulunmuştur. Öyle bir kavram bulunmuştur ki, Peygamber'in yetkilerini rahatça kullanmak müm-
kün olmuştur. Bu kavram, kişileri, örtülü bir biçimde peygamber yetkisi ile donatan ve dokunulmaz kılan keramet kavramı-
dır. Keramet, peygamberlerin yetkilerini kullanmak için birtakım insanları öne çıkarma ve dokunulmaz kılma aracı yapılan 
bir kavramdır. Kur'an ve sünnette hiçbir dayanağı yoktur. Tarih boyunca, Allah ile aldatma sektörünün temel baskı ve iğfal 
aracı olarak devrede tutulmuştur.

Kur'an, tarikat çevrelerinin anladığı ve yaşattığı anlamda bir kerametten asla söz etmez.Bu anlamda kerametler, mucizeler-
le lütuflandırılmış peygamberlerde bile görülmez. Tarikatlar tarihinin, keramet sahibi olarak öne çıkardığı kişilere mal edi-
len 'harikalar'ın hiçbirisine peygamberlerde bile rastlanmıyor.Eğer keramet dedikleri, belirleyici bir ölçü-değerse, şunu söy-
lemek zorundayız: Tarikat çevrelerinin keramet sahibi kişileri, Kur'an'ın tanıttığı nebilerden çok üstün kişilerdir.

"Mucize, peygamberlere, keramet de velilere verilmiştir; peygamberliğin göstergesi mucize, veliliğin göstergesi de keram-
ettir!"
sözü Kur'an ve din dışı bir aldatmadır. Vahyin verileri içinde bir dayanağı yoktur. Kur'an, veli (Allah'a yakın insan) 
tâbirinin açık tanımını vermiştir. Bu tanımda şu iki unsur vardır: Allah'a iman, takva. (Yûnus, 62) O tanım içinde üçüncü bir unsur yoktur.Velilik kavramı içine başka unsurları sokan anlayışlar Kur'an'da şirk olarak defalarca ifadeye konmuştur.Bu-
na bağlı olarak Kur'an 'şeytan evliyası' denen bir gürûhtan söz etmiştir. Bu şeytan evliyasının, insanları aldatıp mahvetme-
de kara dul denen örümcek gibi iş gördüklerine, çok tehlikeli bir zehir taşıdıklarına dikkat çekilmiştir. (bk. Bu eser, Şirk, 
Veli-Evliya, Mürşit madl.)

Tarikat-tasavvuf çevrelerinin anladığı ve anlattığı mânâsıyla keramet, en üstünleri Hint fakirlerinde görülen bazı illüzyonlar 
ve becerilerdir. Bu arada tüm insanlarda bulunan ama çoğunluk tarafından işletilemeyen duru görü, telepati, telekinezi gibi 
olgular da söz konusudur. Ancak bunları işletebilenlerin din açısından üstün olduğuna ilişkin herhangi bir kanıt yoktur. Eğer 
olsaydı, o zaman Hint yogilerinden tarikat temsilcilerine sıra gelmezdi. Bu güçleri her insan kullanabilir ve birçok ülkede, 
birçok din ve anlayıştan birçok insan kullanmaktadır. Bunların dinle-imanla bir ilgisi yoktur. İbn Teymiye bu tür gösterileri, 
Rahman evliyasının değil, şeytan evliyasının belirtisi sayıyor. (bk. İbn Teymiye; el-Furkan, 39-41) İbn Teymiye, ayrıca, ta-
rikat çevrelerinin keramet diye ortaya sürdükleri şeylerin gerçekte birer hayal ve kuruntu ürünü (halüsinasyon) olduğunu 
da örnekleriyle gösteriyor. (bk. Anılan yer, 90-91) İbn Teymiye şunun altını da çiziyor: Bu tür keramet gösterileri halk kit-
leleri üzerinde uyuşturucu etkisi yaptıklarından bunları izleyen halk gevşer, kendini bırakır ve şeytan bu anı değerlendire-
rek halkın üstüne çullanıp onları ele geçirir.
(bk. İbn Teymiye; aynı eser, 147)

Eğer bir kerametten söz edeceksek, Rahman evliyasının kerameti, iman ve takva değerlerindeki üretimden ibarettir. Bu değerlerde kim daha üretken olursa kerameti fazla insan o olur. Gökleri, yerin-denizlerin altını fetheden, gen şifrelerini çö-
zen üretimler dururken, onun-bunun kalbinden geçeni okumayı keramet sanmak gerçekte bir tek büyüklüğün belgesi olabil-
ir ki o da talihsizlikteki büyüklüktür.

Tarikat çevreleri bu gerçeği etkisiz kılmanın yolunu da bulmuşlardır: Kendileri dışındaki çevrelerden çıkan bu tip hünerleri 'istidrac' (aldatmak için üstünlük vermek) diye ifade ederler. Aynı şey, kendilerinden çıktı mı keramet, bir başkasından 
(hem de daha üstünüyle) çıktığında ise istidrac oluveriyor. Doğrusu, bu hokkabazlığa şeytan bile külah çıkarır.

Keramet konusunda Kur'an ne diyor?

Keramet sözcüğüyle aynı anlamda bir kök olan 'kerem'in türevleri (Kerîm, ikram, tekrîm, mükrim) Kur'an'da 40 civarında yerde kullanılmıştır. En çok kullanılan sözcük Kerîm sözcüğüdür ve Allah'ın isim-sıfatlarından biridir. Lütfu, bağışı çok, üs-
tünlük ve yüceliği en ileri olan demektir.

Kur'an'ın kullandığı kerem kökünün Kur'an terminolojisi açısından taşıdığı anlamı, Isfahanlı Râgıb şöyle veriyor: "Kerem sözcüğü ile Allah nitelendirildiğinde bu onun lütuf, nimet ve bağışının görünümünü ifade eder. Kerem sözcüğüyle insan ni-
telendirildiğinde ise bu, insandan çıkan ahlak ve huy güzelliğinin ifadesi olur. Bazı bilginler kerem ile hürriyeti aynı anlamda kabul etmişlerdir. Kısacası kerem, övülen sıfatların genel adıdır.Her şeyin doruk noktada ulaştığı onur da kerem sözcüğüy-
le ifade edilir ve tüm varlıklar için kullanılır..." (Râgıb; Müfredât, kerem mad.)

Bu kerem anlayışının, geleneksel tarikatçı keramet anlayışıyla en küçük bir ilintisinin olduğu söylenemez.

Kerem kökünden türeyen sözcüklerin en önemlisi Kur'an'da insan için kullanılanı tekrîm sözcüğüdür. Üstün, hünerli kılmak anlamındaki tekrîm İsra 62 ve 70. ayetlerde geçer. Birincisinde, İblis insanın yaratılışından duyduğu sıkıntıyı ifade ederken insanı küçümseyen ve onunla alay eden sözünde tekrîm'in fiil şeklini kullanmıştır: "İblis dedi: 'Şu mudur bana üstün kıldığın (tekrîm ettiğin) varlık?!" İkinci ayette, insanoğlunun tekrîm edildiği yani diğer varlıklara üstün kılındığı vurgulanmıştır.

Görüldüğü gibi, Kur'an insanın sahip bulunduğu kerameti, tüm insanların, yaratılıştan taşıdığı seçkinlikleri ifade için kulla-
nılmıştır; bir sınıfın farklılığını ve dokunulmazlığını ifade için değil. İnsana yüklenen potansiyel değerlerin kim hangisini da-
ha çok işletiyorsa kerametten en büyük payı o alır. Râgıb bu noktaya değinirken, ihsan (güzel düşünüp güzel iş yapmak) ve ef'al (eylemler) kelimelerini kullanmıştır. Yani insana verilen keramet, onun varlık ve hayatta vücuda getirdiği eserler, ür-
ettiği değerlerle belirginleşir.

Tarikat çevreleri bu keremi yozlaştırmış, Kur'an dışı bir alana taşımışlardır. Bunun sonucu olarak, birileri okyanusları aşar, gökleri fethederken, Müslüman kitleler su üstünde yürüyen, havada uçabilen, güzel rüyalar gören 'keramet sahipleri' ara-
makla asırlarını harcamışlardır. Oysaki Kur'an'ın insandan beklediği keramet deniz altlarını tünellerle aşmak, kıtaları jet-
lerle geçmek, Ay'a gidecek araçlar yapmak, kısacası yerin altını ve üstünü bilgi,düşünce, gayret fetihleriyle donatmaktı. İs-
lam dünyası bunları yapanları 'gavur, cehennemlik' diye küçük gördü, böyle yaptığı için de kendi dünyasında böylelerini as-
la yetiştiremedi.

Kur'an'ın aradığı keramet sahipleri, tarikat hokkabazları değil; kuduz aşısını, elektiriği, telefonu, bilgisayarı, uzay nakil ar-
açlarını, gen şifrelerini vs. bulan insanlardır.




                                                            ŞERİAT

Geniş su yolu, yöntem, tavır, kural gibi anlamları olan bu kelime 'şeriat' şekliyle Kur'an'da tek bir yerde geçmektedir: Câ-
siye Suresi, 18. ayet. Aynı kökten ve aynı anlamda bir de 'şir'a' sözcüğü vardır ki, onun geçtiği yer Mâide Suresi 48. ayet-
tir. Ufak bir telaffuz farkıyla şeriat kelimesinden ayrılan şir'a kelimesinin anlamı da aynıdır.

Şir'a, yol ve yöntem anlamındaki minhac sözcüğü ile birlikte kullanılmıştır. Şöyle deniyor:

"Sizden her biri için bir yol/şeriat ve bir yöntem belirledik. Allah dileseydi sizi elbette bir tek ümmet yapardı. Ama size ver-
miş olduklarıyla sizi imtihana çeksin diye öyle yapmamıştır. O halde, hayırlarda yarışın! Tümünüzün dönüşü Allah'adır! O 
size, tartışmış olduğunuz şeylerin esasını bildirecektir." (Mâide, 48)

Bu ayetten anlaşılıyor ki şeriat insandan insana, toplumdan topluma değişen tavırları, tarzları, yöntemleri, kabulleri ifade etmektedir. Her peygamberin şeriati vardır: Hz. Muhammed'in de izlediği bir şeriati vardır. Câsiye 18 bunu açıkça ifade et-
mektedir.

Bir dinin içindeki değişik birey ve grupların da birer şeriati vardır, olabilir, olacaktır. Örneğin, her mezhebin dinden anladığı, bir şeriattir.

O halde, şeriat, Allah katında değişmez, aksi ve başkası kabul edilmez tek yol ve gerçek olan İslam'ın (Ali İmran, 19) içinde kişilerin, toplulukların ve toplumların dinden anladıklarına göre oluşturulmuş yorumlar ve kurallar bütünüdür. Allah katında 
din sadece ve sadece İslam'dır, yani peygamberlerin tebliğ ettikleri değişmez, zaman üstü ilkeler bütünü. Katında din ola-
rak İslam'ı kabul eden Allah şeriatin her birimize göre değişen bir din anlayışını ifade ettiğini açıkça bildirmektedir ki, hiç 
kimse dinden kendisinin anladığını dinin kendisi ilan etmeye kalkmasın.


                              BİD'ATLAR, HURAFELER

          *Şeriatle İslam'ı Veya Kur'an'ı Eşitlemek

Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılmıştır ki şeriat, İslam veya Kur'an ile eşitlenemez. Şeriat, mezhep kabulleriyle, nihay-
et fıkıhla eşitlenebilir. Şeriati İslam'la eşitlemek isteyen anlayış, birçok kabulünün Kur'an'la ve zamanla çeliştiği anlaşılmış bulunan örfleri din yapmayı amaçlayan anlayıştır. Önce şeriatle dini eşitlemekte, sonra da devrini bitirmiş fıkıh kitapların-
daki akıl ve Kur'an dışı birtakım kuralları din diye halkın önüne koymaktadır.

Burada Allah ile aldatmanın tipik bir görünümüyle karşı karşıyayız.


          *Şeriatin Birçok Kur'an Ayetinde Geçtiğini Söylemek:

Bu, açık bir yalandır. Bu yalan, işin iç yüzünü bilmeyen halk kitleleri önünde şöyle sergilenmektedir: Önce Kur'an'daki şe-
riat ve din kelimelerinin tümü şeriat anlamında tercüme edilmekte, sonra da "İşte, bakın, Kur'an'da şeriat şu kadar yerde geçiyor!" diye hüküm verilmektedir. Bu yapılınca, halkın İslam'dan anlaması gereken ne varsa, şeriatten anlaması gereken şeyler haline geliveriyor. Dinden anlaşılması gerekenler şeriatten anlaşılır olunca da dinle şeriati eşitlememek küfür oluyor.

Bu saptırıcı anlamlara meydan vermemek için, Kur'an'ın din dediği yerde çeviriyi din, şeriat dediği yerde şeriat diye yap-
mak zorundayız.


          *Şeriate Lanet Okumak, "Kahrolsun Şeriat!" Diye Bağırmak:

Şeriatin İslam'la veya Kur'an'la eşit olmaması hiç kimseye şeriate hakaret etme hak ve yetkisi vermez. Şeriat, İslam'dan insanların anladığıdır, İslam'ın bizzat kendisi değildir ama, şeriatin içinde İslam'ın değerleri de vardır, insanlık değerleri de vardır. Dahası, inanan insanların onuru, kutsalları, ümitleri, bağlılıkları vardır. 

Arap-Acem örflerine karşı çıkmanın yolu, Kur'an'ın değerlerini din yapmaktan geçer; şeriate hakaretten değil. Bid'at ve hurafeleri "Şeriat isterük" diye dinleştirenlere karşı çıkış, dinsizlik adına değil, gerçek din adına olduğunda anlam ifade e-
der ve kitleyi yanına alır.



                                               HİLAFET VE HALİFE

Kur'an'da halife kelimesi iki yerde (2/30; Sad,26), çoğulu olan halâif sözcüğü dört yerde (6/165; 10/14,73; 35/39), hem halife hem de halîf kelimesinin çoğulu olan hulefa da üç yerde (7/69-74; 27/62) geçmektedir. Bunların hiçbirinde siyasal bir anlam yoktur. Tasavvufun dile getirdiği şekliyle (insan Allah'ın halifesidir anlamında) bir kullanım da yoktur. Kelime daima, önce-
den gelip gitmişlerin, birey ve toplum olarak yerine geçiş ifade etmektedir.

Kur'an'ın halife sözcüğünü kullandığı ayetlerde göstermek istediği gerçek şudur: Sizden öncekiler de bir çok imkân ve kud-
rete sahip kılındı ama görevlerini savsakladıkları için hesap ve azaba müstahak hale geldiler. Şimdi siz onların yerine geçir-
ildiniz. Görevlerinizi savsaklarsanız Allah sizin de hesabınızı görür ve yerinize başka birilerini geçirir. Yani siz, birilerinin ha-
lefi oldunuz, birileri de sizin halefiniz olur.


                              BİD'ATLAR, HURAFELER

          *İnsanı Allah'ın-Hâşâ-Halifesi Kabul Etmek:

Kur'an'ın hiçbir ayeti insanın Allah'ın halifesi olduğunu söylemez, böyle bir şeye işarette bile bulunmaz. Bu konuda sürekli 
delil gösterilen 2. sure 30-33. ayetlerin söylediği, insanın Allah tarafından yeryüzüne 'halife' (daha önceki insan benzeri bir 
neslin halefi) olarak gönderileceği ve bunun gerekçesinin de insanın sahip kılındığı bilgi-bilme yetisi olduğudur.

Bu ayetlerin hiçbir yerinde 'insanın Allah'ın halifesi' olduğu veya olacağı söylenmiyor. Ayetleri bu anlama çekmek, tasav-
vufun bir zorlamasıdır. Şunu açıkça ifade etmeliyiz ki 'Allah'ın halifesi' tâbiri, Kur'an'ın sergilediği tevhide zıttır, küfürdür. 
Allah'ın halefi olmaz ve böyle bir iddia Kur'an'dan asla onay alamaz!

Bu ayetlerden çıkarılabilecek ve Kur'an'dan onay alabilecek sonuçlar şunlar olabilir:

1. Adem'in soyu olan insan, yeryüzünde daha önce faaliyet göstermiş bir başka insan neslinin halefidir, yani onun yerine ge-
tirilmiştir. Ayetlerden anlıyoruz ki, melekler, daha önceki nesli, yani Adem'in soyunun selefi olan insanı tanımakta, onun 
kan dökücü, bozguncu bir yapıya sahip olduğunu bilmektedirler. Bu açık bir bilgidir, tahmin değil. Çünkü melekler Allah'ın öğrettiği, gösterdiği dışında hiçbir gaybı bilgiye sahip değillerdir. O halde, Adem neslinin huyunu-suyunu, tahminle söylem-
leri söz konusu olamaz. Şu halde, Adem soyundan önce yeryüzünde faaliyet göstermiş bir 'önceki insan nesli' vardır.


          *Hilafeti Siyasal Anlamda, Halifeyi Devlet Başkanı Anlamında Değerlendirmek:

Hilafet ve halifelik kavramları Kur'an ve sünnet kaynaklı değil, siyaset kaynaklıdır. İşin esasının bu olduğunu fark eden ve bunu dürüstçe ifadeye koyanlardan biri de 11. yüzyılın büyük fakîhi Maverdî (ölm. 450/1058) olmuştur. Ünlü eseri el-Ahkâ-
mu's-Sultaniyye'de hilafetle ilgili şu tespiti yapıyor:
"Bu makam ne Kur'an'ın ne de sünnetin buyruğudur; bu makamın meş-
ruiyeti sedece icma' iledir." (bk. Maverdî; anılan eser, ilgili bölüm)

Hilafet kavram ve kurumu, dinsel değil, yönetsel ve siyasal bir kurumdur. Din içinde değil, siyaset ve idare disiplinleri için-
de değerlendirilmelidir. Hilafet ve halife sözcüklerine Kur'an vahyinden sonraki zamanlarda yüklenmiş siyasal anlamlara 
destek sağlamak için Kur'an'daki halife tâbirini kanıt göstermek bir saptırmadır. Kur'an'ın insan için kullandığı halife keli-
mesi ontolojik bir anlam taşımakta, siyasal bir yönü bulunmamaktadır. Siyasal anlamda halife söylemi isabetli veya isabet-
siz bulunabilir, yine siyasal anlamda savunulabilir; bu ayrı bir meseledir. Değişmeyecek gerçek şudur:

Kur'an'da geçen hilafet kavramını siyasal anlamlara çekmek, Kur'an'daki yönetimle ilgili ilkeleri saf dışı etmiştir. Çünkü siyasal anlam yüklenen halifelik kavramı, Kur'an'ın fesat ve haksızlık sistemi (bk. Neml, 34) olarak gördüğü krallık düzeni-
ne destek olmaktadır. Böyle olunca da Kur'an'ın, yönetim erkinin arkasına koyduğu 'bey'at ve şûra' yani cumhuriyet ve de-
mokrasi ilkeleri anlamsız kalmakta, despotizm yasallaşmaktadır. Oysaki bizzat Hz. Muhammed'in ifadesiyle,
"Kisra öldü-
ğünde artık ondan sonra kisra olmayacak, kayser öldüğünde de artık ondan sonra kayser olmayacaktır." (Beyhakî; Delâ-
ilü'n-Nübüvve, 4/393)

Hadisteki kisra, Doğu krallarına, kayser ise Batı krallarına verilen addır. Demek ki, bu iki krallık türü de tarihe karışacak 
ve Kur'an vahyin gelişiyle birlikte kitlelerin yönetim biçimi bey'at ve şûra olacaktır. Yani yönetenler, kitle tarafından seçile-
cek ve yine kitle tarafından görevden uzaklaştırılacak. Oligarşi, hanedan saltanatı, despotizm, monarşi bitecek. Peygamber-
lik bittiğine göre, hiçbir kişi ve zümre, kitleleri Allah adına yönetemeyecek, böyle bir iddia ile ortaya çıkamayacak.

Allah adına yönetmek yalnız ve yalnız peygamberlerin yetkisidir. Allah bu yetkiyi onlar dışında kimseye layık görmemiştir. Peygamberler dışındaki insanlar ancak kitle adına ve ondan aldıkları yetkiyle yönetebilirler.

Ne yazık ki, Kur'an vahyinin bu en hayatî ilkesi, hilafet kavramının yozlaştırılmasının ardından, Kur'an'ın düşman ilan ettiği yönetim biçimlerinin savunulmasında kanıt olarak kullanılmış ve Müslüman kitleler, yüzyıllarca aldatılmıştır.


          *Hz. Muhammed'den Sonraki Devlet Reislerini 'Peygamberi'in Halifesi' Olarak Anmak:

Son peygamber'in halifesi olabileceğini düşünmek ve savunmak, Kur'an'ın peygamberlik anlayışı açısından bakıldığında 
açık bir sapmadır.

Allah, peygamberliği sona erdirmiştir. Allah, eğer peygamber göndermeye devam edecek olsa, elbette ki görevlendirecek birini bulurdu. Peygamberliği bitirdiğine ve bu kurum O'nun tanrılık tasarrufları içinde bir kurum olduğuna göre, Hz. Muh-
ammed'den sonra ne vekâleten ne de asaleten bir peygamber olmayacak, hiçbir insan, peygamberlik yetkileriyle donanmış 
kabul edilmeyecektir.

Tanrı tarafından sona erdirilmiş bir kurum söz konusudur. Böyle bir kurumda asaletten söz edilemeyeceği gibi, vekâletten 
de söz edilemez. O halde, son temsilcisi bu âlemden ayrılmış bir kurumda halefler olamaz. Kısacası, Hz. Muhammed'in halif-
esi olamaz, olmaz. Devlet başkanlığı görevini kutsal bir desteğe ulaştırmak için onu
'Peygamber'in yerine geçen kişiler ku-
rumu'
na dönüştürmek dinin ruhuna terstir.

Tarih boyunca, Doğu'da, Batı'da bir çok toplum, krallarını ve din büyüklerini bir tür ilah gibi gördü ve saltanatı elinde tutan-
lar bu görüşü daha canlı ve kalıcı kılabilmek için sürekli bir biçimde dini kullandılar. Hz. Muhammed, çok düşündürücü ifa-
delerle bu iki gerçeğe dikkat çekmiştir. Onun beyanına göre, din adamlarını ilahlaştırmak, onların hoş görmediklerini har-
am, hoş gördüklerini helal kabul etmek şirktir.

Geleneksel halife anlayışına destek sağlamada kullanılan hadisler, teorik açıdan senedi ne olursa olsun, İslam dışıdır. Kur'-
an'ın peygamberi böyle bir sözü söylemiş olamaz. İlk dört halife de, ötekiler de sadece 'devlet reisi'dir. İyisi vardır, kötüsü vardır. İyilikleri ve kötülükleri kendi içlerinde ve ait oldukları kurallar içinde değerlendirilir. Vahyin ilkeleri açısından bilin-
mesi gereken şudur: Peygamber'in halefi olmaz, hiç kimseye Peygamber'in halifesi denemez.

Halife ve hilafet kavramlarıyla ilgili saptırma, özellikle ırkçı Arap hegemonyasının güçlendirilmesi için kullanıldı. Tabiî, yine Hz. Peygamber'e yalanlar isnat edilerek.


          *Hilafenin, Tüm Müslümanların Birliğini Temsil Ettiğine İnanmak:

Böyle bir inancında siyasetin ötesinde bir değeri yoktur. Siyasal anlamda savunan savunur; tutarlı olur veya olmaz. Ama 
bunu din buyruğu gibi ortaya sürmek tam bir saptırmadır.

İslam'da müminlerin birliğini kişi olarak Hz. Peygamber, kaynak olarak da Kur'an temsil eder. İslam, ruhban sınıfına karşı olduğu için Müslümanların birliği bir din sınıfı tarafından savunulamaz. Bu sınıf olmayacağına göre, bu sınıfın lideri diye biri 
de söz konusu olamaz.

İslam evrensel bir dindir. Ne devlet şekli önerir ne de tek devlet veya tek bayrak fikri taşır. Bu tür iddiaların tümü, kitlenin duygularını sömüren siyasal söylemlerdir. O halde İslam, yüzlerce devlet şekli, yüzlerce devlet başkanı tarafından kabul edilebilecek ve edilmesi gereken bir ortak yaratılış değeridir. Bunun özel bir devleti ve özel bir başkanı olamaz. Her devlet, Kur'an'ın evrensel ilkelerini korumakla yükümlü olmakla birlikte yalnız kendisini ve kendisine yetki veren kitleyi temsil 
eder. Bunun aksini yapmak, birilerini veya bir kişiyi kutsal ve dokunulmaz yaparak rableştirir. Buna bir de
'Peygamber'in 
Halifesi'
unvanı eklenince dört başlı bir Kur'andışılık vücut bulur. Bu çarpıklığın Müslümanlara nelere mal olduğunu anla-
mak isteyenler tarihi birkez daha dikatlice okumalıdır. Tam bu noktada, Mustafa Kemal Atatürk'ün, hilafetle ilgili şu söz-
lerini hatırlamak yararlı olacaktır:

"Türk tarihinin en mutlu devresi, hükümdarlarımızın halife olmadıkları zamandır. Bir Türk padişahı, hilafeti her nasılsa kendisine mal etmek için nüfusunu, itibarını, servetini kullandı. Bu sırf bir tesadüf eseriydi. Peygamberimiz, ashabına dünya milletlerine İslamiyet'i kabul etmelerini emretti, bu milletlerin hükûmetleri başına geçmelerini emretmedi. Peygamberimizin zihninden böyle bir fikir asla geçmemiştir. Hilafet demek, idare, hükûmet demektir. Hakikaten vazifesini yapmak, bütün Müslaman milletleri idare etmek isteyen bir halife buna nasıl muvaffak olur?!"

Bütün İslam milletleri üzerinde ulvî ve ruhanî vazifesini yapan tek halife fikri hakikatten değil, geleneksel din kitaplarından çıkmış bir fikirdir..." (bk. Sadi Borak; Atatürk ve Din, 91-92)




                                                                                   İslam Nasıl Yozlaştırıldı - Y. Nuri Öztürk -



                                                            KADER

Elimizdeki akait kitaplarındaki kader anlayışının Kur'an'daki kader kavramıyla bir ilgisi yoktur. O kitaplar yoluyla asırlar-
dır taşınan ve bizlere öğretilen kader, Bakara Suresi 104. ayetin tam tersine giden bir toplum yaratmak isteyen saltanat od-
aklarının kitleyi uyuşturmak için oluşturdukları Kur'an dışı bir anlayıştır. Bu anlayışla Müslüman kitlelerin getirilmek isten-
diği yerin ne olduğunu, İslam'ın ilkeleri gibi benimsettirilen kabullerden seçtiğimiz şu birkaç örnek çok iyi göstermektedir: 

1. Devlet başkanı, ahlaksızlık da zulüm de işlese azledilemez.
2. Sapık ve zalim bir imamın peşine de olsa namazı cemaatle kılın.
3. Dünya, müminin cehennemi, kâfirin cennetidir.
4. Her insanın cennetlik ya da cehennemlik olacağı, varlıklar âlemi yaratılmadan çok önce belirlenmiştir.

Bu noktaya getirilmiş kitlelerin yarınlara ümitle bakabilmelerinin biricik koşulu, 'gelecek bir kurtarıcı-mehdî' beklemektir. Çünkü bu kitlelerin 'gerekeni yapma' azim ve iradeleri felce uğratılmıştır; onlar ancak gelecek olanı bekleyebilirler.

Kimse çıkıp dememiştir ki, "Ey kitle, eğer gelecek bir mehdiden hayır bekliyorsanız, haberiniz olsun ki o, Hz. Muhammed'-
le geldi. O, Kur'an'dır. Artık gökten bir şey beklemeyi bırakın da aklınızı işletip varlık kanunları eşliğinde yol alın ki umdu-
ğunuzu bulasınız!"

Kur'an'da, bugün benimsenen şekliyle bir kader kavramı olmadığı gibi, 'kadere iman' diye bir tâbir de yoktur. Bu gerçek, İslam ilahiyatının ünlü isimlerinden Hüsayin Atay tarafından 1960 yılında yayınlanan Kur'an'da İman Esasları adlı doktora teziyle ortaya konmuştu. Bu, bildiğimiz kadarıyla İslam tarihinde ilk kez ortaya atılan bir tezdi. Prof. Atay bu tezi yüzünden, Ehlisünnet akîdesini bozmakla suçlandı.

Atay, bir ilim adamı sıfatıyla çalışmalarını sürdürdü. Çalıştığı konulardan biri de, mensubu bulunduğu Ehlisünnet inancının temel kitaplarından bazılarını yazmış bulunan ünlü Matürîdî kelamcısı Ebu'l-Mu'în en-Nesefî (ölm. 508/1115)nin düşünce dünyası idi.Bu çalışmanın bir parçası olarak, Atay hoca, Nesefî'nin, el yazması halinde duran eseri 'Tabsıratü'l-Edille'nin 18 yazma nüshasını karşılaştırarak bir basımını yapmak istiyordu. Bunu yaptı ve o eserde şaşırtıcı bir gerçekle karşılaştı: Ehli-
sünnet mezhebinin inanç temellerini belirleyen en büyük ekol olan Matürîdîlik'in en önemli isimlerinden biri olan Nesefî, 
kader konusunda Hüseyin Atay'ın söylediğinin aynısını söylüyordu. Atay'dan 850 yıl önce. Eseri, birçok benzerleri gibi, el 
yazması halinde beklediği için düşünceleri saklı kalmıştı. 

Ebu'l-Mu'în en-Nesefî, anılan eserinde imanın şartları konusunda şöyle diyor: "İman esaslarına gelince bunlar, 5 tanedir: 1. Allah'a, 2.Meleklere, 3. Kitaplara, 4. Peygamberlere, Ahirete iman. Aynen bunun gibi ibadetler de 5'e ayrılır..." (Nesefî'nin Tabsıra'sından naklen Atay; Kur'an'da İman Esasları, 146)

Nesefî burada iki Kur'andışılığı aynı anda düzeltmiştir:

1. Kur'an'ın gösterdiği iman esasları içinde kadere iman diye bir şey yoktur,

2. Geleneksel kabullerin 'İslam'ın Şartları' diye öne çıkardığı beş kavram İslam'ın şartı değil, İslam'daki temel ibadetlerdir. İslam'ın şartları Kur'an'ın bütün hükümleridir.

Peki, kadere iman nereden ve nasıl çıktı ve iman esasları arasına nasıl sokuldu?

O tâbir, İslam inançları içinde, bir hadise, daha doğrusu hadis diye ortalıkta dolaştırılan bir söze dayanılarak sokulmuştur. Oysaki o söz, bugünkü kader anlayışını savunanların deyimiyle bir 'haberi vâhit' tir, yani bir tek kişinin rivayetidir. Ve ha-
disçilerinde kabul ettikleri bir kurala göre, haberi vâhit imanla ilgili konularda delil olmaz. (Bu konuda ayrıntılar için bk. 
Atay; anılan eser, 133-146)

Geleneksel dincilik haberi vâhidin iman konusunda delil olamayacağını, iman konusunda delil olacak bir rivayetin mütevâtır (tarihsel açıdan gerçekliği kesin) olması gerektiğini söylemiştir ama, kendi anlayışına uygun yerlerde haberi vâhidi delil saymıştır. Haberi vâhidin, bırakın iman alanını, ibadet alanında kanıt olduğu bile tartışmalıdır. (bk. Gazalî; el-Müstasfa, 1/
440-444)

Ceza hukuku alanında da durum budur. Haberi vâhit ukûbatta (ceza alanında) da delil olmaz demişlerdir, ama bu ilkeyi de yüzlerce kez çiğnemişlerdir. Sadece ta'zîr (ürkütülüp sakındırma, engelleme) cezalarıyla ilgili koydukları kurallar (ki bunlar yüzünden binlerce insan katledilmiştir) bu ilkeleri nasıl çiğnediklerinin sayısız kanıtını taşımaktadır. 

Kur'an'da kader kavramı apayrı bir anlamda kullanılmaktadır. Nedir o anlam?

Kader sözcüğü Kur'an'da 11 yerde geçmekte ve tümünde de 'ölçü' anlamında kullanılmaktadır. Türkçe'deki 'miktar' (Arap-
ça özgün şekliyle mikdar) sözcüğü de ölçü anlamındadır ve kader kökündendir. Allah her şeyi bir ölçüye göre yapıp yönet-
mektedir. Platon'un güzel deyimiyle "Tanrı hep geometri kullanmaktadır." Her şeyin hazinesi onun katındadır ve O, o ha-
zineden her şeyi belli bir ölçü içinde indirmektedir. (15/21) Gökten su ölçüyle iner (23/18; 43/11); inen suyun yeryüzündeki
vadilerde dolaşması bile ölçüyledir. (13/17) Topraktan pınar fışkırması, fışkıran suların birleşmeleri yine belli bir ölçüye 
göredir. (54/12)

Ölçüye bağlılıkların, kader kelimesi veya türevleri kullanılarak ifade edilmiştir. Ve bu ifadelerle önümüze konan kader kavramının temel amacı, insanın fiillerinin belirlenmiş olduğunu değil, varlık ve oluşta keyfilik ve rastlantının bulunmadığını göstermektir.

Kur'an kader kavramıyla varlık ve oluşta tesadüfün değil, ölçü ve bilincin egemen olduğuna dikkat çekmek peşindedir.

Kur'an, kader kavramıyla 'sünnetullah' da denen tabiat kanunlarını kastetmektedir. Ahzâb 38. ayette, Tanrı'nın varlığa koyduğu yasaların değişmezliği gösterilirken hem kader sözcüğü, hem de sünnetullah (Allah'ın tavrı-tarzı) tamlaması kulla-
nılmıştır. Sünnetullahın değişme ve bozulmaya asla uğramayacağı birçok ayette, pekiştirilmiş ifadelerle verilmiştir. (bk. 17/
77; 33/62; 35/43; 48/23)

Kader kökünden gelen ve ölçüye bağlanmak anlamında olan 'takdîr' sözcüğü de tabiat kanunları, değişmez ölçüler, yani sünnetullah anlamında kullanılmıştır. Bu kullanıma göre, Ay ve Güneş'in belirlenmiş ölçülere göre seyretmeleri, göklerin düzenlenmesi, kısacası her türlü iş ve oluşun, her türlü yaratılış ve yaratışın seyri Allah'ın bir takdiridir. (bk. 6/95; 25/2; 36/
38; 41/12)

Allah'ın isim-sıfatlarından olan ve Kur'an'da 39 yerde geçen Kadîr ile 7 yerde geçen Kaadir sözcükleri de kaderle aynı 
kökten kelimelerdir.İkisinin sözcük anlamı da 'her şeyi kudretiyle belirleyen, ölçüye bağlayan' demektir. Yine Allah'ın isim-sıfatlarından biri olan ve Kur'an'da 3 yerde geçen Muktedir sözcüğü de kaderle aynı kökten olup 'kudretiyle her şeyi bir ölçüye bağlı olarak çekip çeviren' demektir.

Kur'an'daki kaderin anlamı budur. Ve bu anlamda bir kaderin değişmezliği, Allah'ın tabiata, varlığa koyduğu yasaların de-
ğişmezliğidir ki, Kur'an bunu açıkça ve defalarca ifade etmiştir.

Bu değişmezlerin insanın fiilleriyle, iradesi ve özgürlüğü ile bir ilgisi yoktur. Oradaki değişmezlik, kanunların Yaratıcı tara-
fından koyulmasıdır; insan fiillerinin Yaratıcı tarafından önceden belirlenmesi değildir. Biz, varlığın ve evrenin yönetimine, 
iş ve oluşa, ontolojik yapıya ilişkin kanunlar koyamayız; bizim böyle bir yetkimiz yoktur. Ama biz, kendi fiillerimiz, yönetim-
imizle ilgili kanunlar koyarız ve koymalıyız.

Kur'an'daki kader, İbn Teymiye'nin deyimiyle, yaratılışla ilgili ontolojik bir kavramdır; din ve davranışla ilgili bir kavram 
değil. (İbn Teymiye; el-Furkan, 98-99) Yine İbn Teymiye'nin ifadesiyle kader, Allah'ın yaratış ve dileyişiyle ilgili bir kav-
ramdır, buyrukları ve hoşnutluğu ile ilgili bir kavram değil. (İbn Teymiye; aynı eser, 109-110)

Biz bu ayrımı, bir satranç benzetmesiyle anlatıyoruz: Satrancı, varlık ve oluşun seyri olarak alıyor ve diyoruz ki: Satran-
cın nasıl oynanacağına ilişkin kuralları Allah koyar. Bizim orada kural koyma yetkimiz yoktur. Allah, satrancın galip veya mağlubunu önceden belirlemez, ilan etmez. Ama Allah, ezel ve ebedi kuşatan ilmiyle satrancın galip ve mağlubunu bilir. Be-
ceriksiz oyuncunun yenilgi sebebi O'nun bilmesi değildir.

Allah; varlık, iş ve oluşa ilişkin yasaları hem bilir, hem belirler; ama Allah, insanın fiillerine ilişkin sonuçları bilir ama belir-
lemez. Bilmesi O'nun tanrılığının bir gereği olduğu gibi, sonuçları belirlememesi de tanrılığın bir gereğidir. Fiillerimizin son-
uçlarını bilmekle kalmayıp aynı zamanda belirlerse bu bizi sorumlu tutmamasını gerektirir. Hem belirler hem sorumlu tut-
arsa bu zulüm olur. Oysaki Allah zulümden arınmıştır.


                              BİD'ATLAR, HURAFELER

*Kaderin İnsanın Fiillerini Önceden Belirleyen Bir Sistem Olduğunu Söylemek.

*İnsanın Alnında, Geleceğini Belirleyen Bir Yazının Bulunduğunu Söylemek.

*Hayrın Allah'tan Geldiği Gibi Şerrin De Allah'tan Geldiğini Söylemek:

Şer Allah'a izafe edilemez. Şerri de, elbette ki her şeyin yaratıcısı olan Allah yaratır ama öncelikle ve ilke olarak yaratmaz, insanın istek ve iktisabı (kazanması) üzerine yaratır. Yaratır ki, insanı sorumlu tutsun. Allah, öncelikle ve ilke olarak sedece hayrı ve güzeli yaratır:

"O dur ki, yarattığı her şeyi güzel yarattı ve insanın yaratılışına çamurdan başladı." (32/7)

 
  Bugün 1 ziyaretçikişi burdaydı!

www.bostanderesimahallesi57.tr.ggwww.bostanderesimahallesi57.tr.gg

 
 
KARADENİZ'İN YENİ DOĞAN GÜNEŞİ Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol